31 Aralık 2008 Çarşamba

Hoşgeldin 2009

Yeni yılın Türk milletine hayırlı olmasını;sağlık,huzur ve mutululuk getirmesini dileriz.
Yeni yılda da Kemalizmin ışığında verdiğimiz aydınlık mücadelesini devam ettireceğiz.
Özel Trakya Lisesi Atatürkçü Düşünce Kulübü

21 Aralık 2008 Pazar

Öğretmen Asteğmen Kubilay'ı Anıyoruz...

1906 yılında İzmir'de doğan Mustafa Fehmi, İzmir Öğretmen Okulunda okurken Kubilay adını aldı. Öğretmen olduktan sonra çeşitli yerlerde görev yaptı. 1929 yılında vatani görevini yapmak üzere askere alındı. Kubilay, Cumhuriyete, Atatürk İlke ve Devrimlerine yürekten bağlı bir Türk Genciydi. Devrimleri korumak uğruna şehit olduğunda henüz 24 yaşındaydı. ŞEYH ESAT VE YANDAŞLARIOlay,zamanın Nakşibendi tarikatının lideri Şeyh Esat ve yandaşları tarafından planlanmış ve Menemende uygulamaya konulmuştur. Şeyh Esat’ın Manisa’da Nakşibendi tarikatını yaymakla görevlendirdiği Laz İbrahim’in yönlendirdiği Manisa tarafından gelen, dördünün adı Mehmet ikisinin de Hasan olan yobazlar; 23 Aralık 1930 da sabah namazından sonra camiden aldıkları Yeşil Sancağı yola dikerek silah zoruyla etraflarına adam toplamaya çalışırlar. Katılmak istemeyenlere 70 bin kişilik bir Halife Ordusunun beklediğini ve onların öncü olduklarını belidirler. İstedikleri şeriattır. Karşı çıktıkları Cumhuriyettir, Atatürk ilke ve Devrimleridir.BİZE KURŞUN İŞLEMEZBöylece tekbir getirerek sancağın etrafında dönmeye başlarlar. “Şapka giyen kafirdir, din elden gidiyor, saltanatı geri getireceğiz” diyerek bir isyan hareketi başlatmak isterler. Menemen’de yedek subay öğretmen olarak görev yapmakta olan Kubilay bu hareketi bastırmak için bir manga askerle olay yerine gelir. Askerlerin yanından ayrılarak tek başına yobazların arasına girip, sert bir davranışla teslim olmalarını ister. Yobazlardan biri ateş ederek Kubilay’ı yaralar. Karşıdan bunu gören askerler ateş açarlar. Fakat tüfeklerinde öldürücü etkisi olmayan manevra fişekleri vardır. Bu yüzden yobazlara tesir etmez. Böylece: "bize kurşun işlemiyor” diyerek halkı kandırmaya çalışırlar.KUBİLAY'IN ÖLÜMÜDerviş Mehmet isimli yobaz yaralı olarak kaçmaya çalışan Kubilay’ı ensesinden bir bağ bıçağı ile keserek başını bayrak direğine asar. Bu sırada Şevki ve Hasan isimli mahalle bekçileri yobazlara ateş açarlar. Çıkan silahlı çatışmada gericilere ateş açan bel vurularak öldürülürler. Olay, alaydan gelen takviye birliklerince bastırılıp elebaşları öldürülür. 30 Aralık’ta Bakanlar Kurulu Kararıyla Menemen, Manisa ve Balıkesir’de sıkıyönetim ilan edilir.DİVANI HARP MAHKEMESİGeneral Mustafa Muğlalı başkanlığında kurulan Divan Harp Mahkemesinde 41 kişi suçlu görülerek çeşitli cezalara çarptırılır 36 sanık hakkında ise idam cezası verilir, Ölüm cezası verilenlerden bazıları yaşı küçük veya çok yaşlı olduğu için idam cezasından kıırtulur. 28 kişi ise 3 Şubat 1931 de Menemen’de kurulan dar ağaç asılarak idam edilirler.Görüldüğü gibi bu olay çok büyük bir kitle hareketi, bir toplu isyan değildir. Halkın büyük bir çoğunluğu olaylara hiç karışmamıştır. Karışan suçlular da yargılanarak en ağır cezalara çarptırılmışlardır. Zaten bu kişilerin büyük bir kısmı da Menemen’li değildir. Eylemi başlatanlar o sabah Menemen’e dışardan gelen kişilerdir. GAZİ'NİN ORDUYA TAZİYENAMESİMenemen’de ahiren vukua gelen irtica teşebbüsü esnasında Zabit Vekili Kublay Beyin vazife ifa ederken duçar olduğu akıbetten Cumhuriyet ordusunu taziyet ederim. Kubilay Beyin şehadetinde mürtecilerin gösterdiği vahşet karşısında Menemen’deki ahaliden bazılarının alkışla tavripkâr bulunmaları, bütün cumhuriyetçi ve vatanperverler için utanılacak bir hâdisedir. Vatanı müdafaa için yetiştirilen; dahilî her politika ve ihtilâfın haricinde ve fevkinde muhterem bir vaziyette bulunan Türk zabitinin mürteciler karşısındaki yüksek vazifesi vatandaşlar tarafından yalnız hürmetle karşılandığına şüphe yoktur. Menemen’de ahaliden bazılarının hataları bütün milleti müteellim etmiştir. İstilânın acılığını tatmış bir muhitte genç ve kahraman Zabit Vekilinin uğradığı tecavüzü milletin bizzat cumhuriyete karşı bir suikast telâkki ettiği ve mütecasirlerle, müşevvikleri, ona göre takip edeceği muhakkaktır. Hepimizin dikkatimiz bu mes’eledeki vazifelerimizin icabatını hassasiyetle ve hakkile yerine getirmeğe matuftur. Büyük ordunun kahraman genç zabiti ve Cumhuriyetin mefkûreci muallim heyetinin kıymetli uzvu Kublay Bey, temiz kanı ile cumhuriyet hayatiyetini tazelemiş ve kuvvetlendirmiş olacaktır. Reisicumhur Gazi Mustafa KemalİSMET İNÖNÜ'NÜN MESAJI“Kubilay devrim uğruna, vatan sevgisi ve bütünlüğü yolunda yalnız başına kuvvet hesabı yapmayan bir idealist vatanseverin örneğidir. Kubilay, millet yolunda canını her an fedaya hazır olan gelenekse Türk yaradılışının müstesna bir abidesidir.”


Bir yaprak düştü 1930'da
Yemyeşil,körpe,gencecik
Menemen civarlarında
Sadece yirmi dört yaşında

Bir yaprak daha düştü bugün
Yobazlar nasıl kıydı sana
Toprağı boyadılar ala
Oysa sen onları sadece uyarmıştın


Bir yaprak daha düştü yarınlara
Gençler uyutulmuş,senden bir haber
Tarih kitaplarında adın geçmez olmuş
Halbuki sen,bizim için vermiştin canını

Kubilaylar ölmedi, Kubilaylar ölmez, Kubilaylar ölmeyecek..




MİTİNG DUYURUSU
"Kubilay’ı Anma Gününde Menemen’de Buluşalım" Saat 10:00’da başlayan "Kubilay’ı Anma" resmi törenlerinden sonra 23 Aralık 2008 Salı günü 12:30-15:30 saatleri arasında Menemen Büyük Park Önü meydanında miting yapılacaktır.Tüm Atatürkçü dostları bekliyoruz.
Atatürkçü Düşünce Derneği

1 Kasım 2008 Cumartesi

Cumhuriyet Bayramı Kutlu Olsun

Atatürk gençliği olarak Cumhuriyetimizin 85.yılında da görev başındayız.


Cumhuriyetin ve devrimlerin bekçisi....
Bağımsızlığın kendisiyiz...

Cumhuriyet kazanımlarından vazgeçmemeye kararlı Türk ulusunun CUMHURİYET BAYRAMINI kutlarız....


4 Ekim 2008 Cumartesi

Terörü Lanetle Kınıyoruz

Bugüne kadar iki defa bölücü terör örgütünün saldırısına uğramış Aktütün Karakolu dün gece yine hainlerin hedefi olmuştur.

Hain saldırılar sonucunda 15 Askerimiz şehit olmuş,21 askerimiz de yaralanmıştır.Operasyonlarda 23 terörist ise ölü olarak ele geçirilmiştir.

Aynı topraklarda kardeşleri birbirine düşürmek isteyenler bilmelidirki başaramayacaktırlar.
Dış güçlerden aldığı paralarla geçinen terör örgütü bilmelidir ki şerefli Türk milleti vatanından vazgeçmeyecektir.

Atatürk gençliği olarak bizler hain saldırıyı ve terörün her türlüsünü nefretle kınıyoruz.
Saldırıda şehit düşenlere Allah'tan rahmet ailelerine sabır diliyoruz.
Türk milletinin başı sağolsun.

Özel Trakya Lisesi Atatürkçü
Düşünce Kulübü

12 Eylül 2008 Cuma

Dil Bayramı Kutlu Olsun

Türk demek Türkçe demektir.Ne mutlu Türküm diyene.
İşte böyle diyordu Mustafa Kemal Paşa....
Bizler Türk gençliği olarak Türkçe giderse Türkiye'de gidecektir,diye düşünmekteyiz.
Biliyoruz ki Türkçe'ye sahip çıkmalıyız.ODTÜ'de öğrenci toplulukları yaptığı araştırmalarda bazı kelimelere Türkçe karşılıklarını bulmuştu.İşte o kelimeler:
web: ağ. viraj: dönemeç. tripleks: üç katlı. trend: eğilim. transparan: saydam. trekking: dağ yürüyüşü. şov: gösteri. printer: yazıcı. prodüksyon: yapım. deep-freeze: derin dondurucu. defans: savunma. dejenerasyon: yozlaşma. deklârasyon: bildirge. dekont: hesap belgesi. demonstrasyon: gösteri. dijital: sayısal. call center: çağrı merkezi. catering: yemek hizmeti. çip: yonga. bariyer: engel. bodyguard: koruma. brick game: tuğla oyunu. brifing: bilgilendirme. absürt: saçma. adaptör: uyarlayıcı. adisyon: hesap. akualand: su bahçesi. antre: giriş. aroma: hoş koku


Bu kadar güzel sözlerimiz varken dilde Türkçülüğü savunanlar olarak yabancı dil özentiliğini bırakmaya davet ediyoruz.Türkçe tabelalar istiyoruz.Vatandaşı Türkçe'ye davet ediyoruz.

26 Eylül Dil Bayramı Kutlu Olsun...

Özde Türkçe Sözcükler

Bek > Pek : sıkı, sağlam, katı Pekiştirmek: Sağlamlaştırmak, pekitmek, katı hale, yoğun hale getirmek.Türkçe olan bu kökten türeyen kimi söcükler;Peksimet: Nişanyan'da kökeni tam verilememiş, yine oraya buraya çekmeye uğraşmış.Peksimet sözcüğü "bence"; Peksi + etmek (ekmek) sözcüklerinden geliyor. => Peksietmek: Peksi; pek gibi, sertvari, katıcıl ekmek türü. Petsi etmek oğurla; peksimet olmuş.Bizim Türkmen köyünde sert biçimde yapılan ve sütle ya da şekerli suyla yumuşatarak yenen ve öz be öz Türkmen ekmeği olan bir tür ekmeğe "Beksimet" derler, bunu ordan burdan almış olma olasılığımız Nişanyan'ın tarafsız olma olasılığıyla eşittir.
Pakt, Bant (bend) sözcükleri de Türkçe Ba- (bağlamak) kökünden gelir;Türkçe ; Ba-; < ekiyle =""> Bag (bağ)Bag'dan adlardan eylem türeten -la ekiyle => Bagla- .Bag; bağlanmış şey demektir ki ingilizce'deki "Bag" Flamanca'daki "Pak" Türkçe Bag'dan gelir, anlamları "bohça, çıkın"dır, bugün "çanta" anlamında da kullanır ingilizler, yine Frenkler Pak sözcüğüne küçültme eki olan -ette (-et) takmışlar küçük bohça anlamında "paket" sözcüğünü uydurmuşlar.Kökeni Türkçe'dir.Ban- : Ba- eyleminin dönüşlü biçimidir, Ban- ; bağlan, sarın, dolan-, sarmalan- anlamlarına gelir, ettirgen biçimi de ; Banıt- ya da Bant-'tır; tıpkı Yont-, Çent- gibi...Bant: öz be öz Türkçe'dir, ba- : bağla'nın dönüşlü etirgen biçimidir, sarmalanmak, dolanmak, anlamına gelir.Kam: Kam > Kamuğ (kamu) ; hep, bütün, tüm demektir öz Türkçe'dir.Nasıl ki Türkçe "Kan" sözcüğü Farsça'ya ve diğer dilere "Han" olarak geçmiş ise, öz Türkçe "Kam" sözcüğü de Farsça'ya ve diğer hint-avrupa (tamamen uydurma bir kuramdır, norveççe ile tacikçenin ne ilgisi var?) "Ham-Hem" diye geçmiştir.Diğer sözde hint-avrupa dillerine geçen türevleri => Farsça "Ham" , Yunanca "Homo"dur.Latince "Con-Com" da Türkçe Kam'dan başkası değildir.Türkiye Türkçesindeki "Hep-Hepsi" Azerice'de "Ham-Hamısı" biçimindedir, diğer Türk dillerinde de Kam Kamu sözcükleri kullanılır.Azerice Hamı, Türkçe Hemi > Hepi > Hepsi > Hep gibi bir evrilime uğramıştır.Hamısı > Hemisi > Hepisi > Hepsi ...
Yine Türkçe olan Kamun (toplucak, kambirge, hep beraber) sözcüğü de piç dil Latince'ye Common olarak geçmiştir, bugün diğer Türk dillerinde, Kamun (Kamın) hepberaber, hep birlikte anlamında kullanılır, Azerice'deki biçimi Hamıncak-amın'dır, örnek; "Hamın gedek" (kamun gedek, hep beraber gidelim) gibi...Latince de Osmanlıca gibi uydurma ve kırma bir imparatorluk dilidir, tüm imparatırlouk dileri gibi uyduyrma olduklarından, kırma olduklarından da yine tüm imparatorluk dilleri gibi ölmüşlerdir.Latince'de sanılansan çok daha fazla Türkçe sözcük vardır, Yunanca için de aynı durum söz konusudur.Yunanca olduğu savlanan Polic okunuşu Polis sözcüğü de Türkçe'dir.Bildiğiniz gibi eski Türkçe'de ; şehir, kent anlamına gelen sözcük Balık'tır.Bu öz Türkçe sözcük devlet nedir şehir medeniyeti nedir bilmeyen Yunanca'ya geçmiştir doğal olarak, ancak Yunanca denen ses yoksunu kıt dilde Türkçe'deki Iı olmadığı için Balık sözcüğündeki Iı mecburen İi'ye dönmüştür, ve Balık olmuştur > Bolik Bolik sözcüğü de oğur içinde, Bolik > Polik dönüşümüne uğramıştır,Yunanca ve Latince'de çok görülen bir galat-ı meşhur (genel yanlış) vardır, Yunanca ve Latince'de İnce seslilerle Cc harfi kullanılır ve K okunurdu, kalınlarka K kullanılırdı, a ve u ile de Q kullanılırdır.Buradan da anlıyoruz ki Polic sözcüğündeki C harfi S değil, Yunanca ve Latince'nin kendi öz kuralarına göre K okunmalı çünkü Polic'teki son ses İi yani ince, demek ki bu sözcük eski Yunanca'da Polis değil Polik idi, bu durum kimi Yunanca sözcülerde de görülür, Yunanlılar atalarının dilini bile bilmezler, meselâ Yunanca Kinema : Hareket kökünden gelen ve aslında Kinema olan sözcük nasıl ki Sinema olmuşsa, Polik de aynı galat-ı meşhur ile Polis olmuş, bu C'lerin S okunması olayı çok yenidir ve batılıların uydurmasıdır, ne yunanlar ne de latinler C'leri S okumamıştır, her oğur C'ler K okunur ve ince seslilerle kullanılır.Balık > Bolik > Polik > uydurmayla Polis Bu durumda uyduruk fantastik tarih ve dil uyduran batılılara önerim yine Türkçe Kam sözcüğünü de Latince'de Kom değil Som okusunlar, yazılışı Com'dur çünkü.Yine Barınmak eyleminden gelen; "Bark" ; içinde barınılan yer, mesken, kale, surlarla çevrili mekan sözcüğü diğer dillere şu biçimlerde geçmiştir;Frenkçe'ye => bourg ; kale, surla çevrili kent Cermen dillerine => burg - borgArapça'ya => burc (yedi yıldızlı meşhur konukevi Burc'el Arab: Arap Burcu-Kalesi)Aramca'ya => burgaYunanca'ya => pirgosHint-İran dillerine => PurBiçiminde girmiştir, ne hikmetse tüm bu dillerde ilgili sözcüğün kökeni yoktur, oysa Türkçe'de Bark ; içinde barınılan yer, kale, surlarla çevri yer demektir.Köktürk döneminde etrrafı çevrili hane, türbe anlamlarında da kullanıomıştır, yine içinde barınılan yer konut anlamına da gelir => ev bark sahibi olmak vb...Göteborg'daki borg, Nişabur'daki bur, Strazburg'daki burg, Burjuva'daki burj, Singapur'daki pur, ve benzerleri Türkçe Bark'tan gelmedir, değil diyen ilgili dillerde tutarlı bir köken gösterir.Latince olduğu söylenen Aqua sözcüğüde eski Türkçe Akıg > Akığ > Akı günümüze akı diye uyarlanabilecek olan "sıvı" sözcüğüdür.* Eski Türkçesi Yavuru olan Yavru sözcüğü, genç, taze demektir, yine Türkçe'deki Ya-; hayat sürmek, yaşa-mak kökenide dayanır.Yaş: Diğer Türk dillerinde genç, anlamına da gelir, taze demektir.Bir diğer anlamı Yaş-anan süreyi bildirir.Bu sözcük Türkçe'den Avestaca'ya Yavan biçiminde girmiştir, diğer dillerde de, jön, yuven, young gibi türeleri vardır,Farsça'ya geçmiş biçimi olan Civan da bu sözcüğün Türkçe olduğu savını güçlendirir, çünkü hint-iran dilleri arasında c>y dönüşümü yoktur, bu dönüşüm sadece Türk dilleri arasında vardır, bizdeki yıl altaylarda cıl olur gibi... yaşa da caşa'dır.Yavru > Cavru (javuru, cavuru) olduğuna göre demek ki Farslar Altay dolaylarındaki bir Türk dilinden, avestaca ise Oğuzca'dan almıştır.hint dilleri arasında hiçbir biçimde y>c dönüşümü olmayıp sadece bu sözcükte olması mümkün değildir.
Köktürkçe'de Üküş; çok demektir, bir diğer anlamı da yığık, yığılmış birikçiş demektir.Üküş > Ukuş Ukum > KumUkura- ; Kura- ; toplanmak, yığışmakÜkümen - Ukuman: İnsan, topraktan yaratılmış canlı. Moğolca'da Kümün ; insan demektir.Kökeni Türkçe-Ana Altayca olan bu sözcük, Moğolca'da Kümün, batı dilerinde de Human biçiminde yaşamaktadır.Latince'de Humus; toprak demektir, Türkçe "Kumuz" (kum ile aynı kökten ki kum ile toprak aynı şeydir, toprak dağılgan haline denir.)Türkçe Bö- ; şişmek, kabarmak demektir.Börtü; ısırgan böceklerin genel adı, ısırdığında kabartan, şişiren böcekler.Böcü; şişirici, kabartıcı, Anadolu Türkmen ağızlarında Böce yani böcek.Bög: önad yapma eki -g ile, Anadolu Türkmen ağızlarında Böğü- Bövü - Böv DLT'de Böğ, bir tür büyük örümcek, tarantula.Börtülek > Börtlek > Pörtlek: kabarık, şişkintili.Bömbük - Bömbek: Eski Türkçe, bir çeşit top.Moğolca'da Bömbüg, Tıvaca'da Bömbek => "Top" demektir.Franszıca olduğu söylenen "Bombe" bal gibi Türkçe'dir.Bakalım Nişanyan ne demiş; Bombe: ~ Fr bombé a.a. <> Apater > Pater > Pader > Peder = Father vb...Apa > papaApa, bildiğiniz gibi baba demektir ki bugünkü Baba da oradan gelir.Hatta anımsadığım bir yazıt "Eçüm Apam..." diye başlar; eçü; ece; saygıdeğer büyük demektir, Apam da babam.Ata deyince yalnızca erkekler anlaşılmaz, Atalarımız deyince kadın olanları da anlarız, dolayısıyla Ata; ced, ecdad demektir, kadın olanları da kapsar, sadece erkeleri belirten sözcük Apa'dır.Latince "operari" ; iş yapmak, emek vermek olarak geçer.Bu kökten türetilen sözcükler ; operasyon, opus, vb.'dir Opus (iş) sözcüğünün kökeni de Oper'dir.

ADD Dil Bayramı Etkinlikleri

Sayı: 2008-2Konu: Dil Bayramı Etkinlikleri.ADD GENÇLİK KOLLARINA; 26 Eylül Dil Bayramı nedeniyle Genel Merkez Gençlik Kolları MYK tarafından alınan karar doğrultusunda yurt genelinde dilimizi korumaya ve konu hakkında kamuoyu yaratmaya yönelik etkinlikler yapılacaktır. Bu etkinlikler çerçevesinde,1- Yurt genelinde Genel Merkez Gençlik Kolları tarafından hazırlanacak olan ortak bildiri halka dağıtılacaktır, ortak afiş çalışması yapılacaktır.2- Yurt genelinde "Türkçe Tabela İstiyoruz" başlığı altında imza kampanyası başlatılacaktır. İmza kampanyası 11Eylül -30 Eylül 2008 tarihleri arasında yapılacaktır. İmza kampanyası metni tarafımızdan hazırlanacaktır. Bölgelerde yürütülen çalışmalar sonucu toplanan imzalar Belediye Meclislerine sunulacaktır. 3- Yurt genelinde şube Gençlik Kolları tarafından 26 Eylül 2008 Cuma günü eş zamanlı ortak basın açıklamaları gerçekleştirilecektir.4- Bildiri, afiş,imza kampanyası metni ve Basın açıklaması 11 Eylül tarihinden itibaren kademeli olarak internet sitelerimizde yayınlanacaktır.( www.add.org.tr ve www.addgenclik.org)Şube yönetim kurullarının onayı alınarak Gençlik Kollarımızın gerekli çalışmalara başlamaları ve gerekli izin - bildirim işlemlerini yapmaları, ayrıca çalışma sonuçlarının genel merkez gençlik kollarına haberleştirilerek gönderilmesi rica olunur.
Bilgi için: Çağdaş Sayan -MYK üyesi Tel: 05447298236

Karamanoğlu Mehmet Beyi Arıyorum

Karamanoğlu Mehmet Beyi arıyorum.Göreniniz, bileniniz, duyanınız var mı?Bir ferman yayımlamıştı;
Bu günden sonra divanda, dergâhta, bargâhta, mecliste, meydandaTürkçeden başka dil konuşulmaya diye,Hatırlayanınız var mı?
Dolanın yurdun dört bir yanını,Çarşıyı, pazarı köyü, şehriFermana uyanınız var mı?
Nutkum tutuldu, şaşırdım merak ettim,Dolandığınız yerlerdeki Türkçe olmayan isimlere,Gördüklerine, duyduklarına üzüleniniz var mı?
Tanıtımın demo, sunucunun spiker,Gösteri adamının showman, radyo sunucusunun discjokey,Hanımağanın first lady olduğuna şaşıranınız var mı?
Dükkânın store, bakkalın market, torbasının poşet,Mağazanın süper, hiper, gros market,Ucuzluğun damping olduğuna kananınız var mı?
İlân tahtasının billboard, sayı tabelâsının skorboard,Bilgi alışının birifing, bildirgenin deklârasyon,Merakın uğraşın hobby olduğuna güleniniz var mı?
Bırakın eli, özün bile seyrek uğradığı,Beldelerin girişinde wellcome,Çıkışında, good-bye okuyanınız var mı?
Korumanın, muhafızın body-guard,Sanat ve meslek pirlerinin, duayen,İtibarın, saygınlığın prestij olduğunu bileniniz var mı?
Seki’nin, alanın platform, merkezin center,Büyüğün mega, küçüğün mikro, sonun final,Özlemin, hasretin nostalji olduğunu öğreneniniz var mı?
İş hanımızı plâza, bedestenimizi galleria,Sergi yerlerimizi center room, show room,Büyük şehirlerimizi, mega kent diye gezeniniz var mı?
Yol üstü lokantamızın fast-food,Yemek çeşitlerimizin mönü olduğu yerlerde,Hesabını, adisyon diye ödeyeniniz var mı?
İki katlı evinizi dubleks, üç katlı komşu evini tripleks,Köşklerimizi villa, eşiğimizi antre,Bahçe çiçeklerini flora diye koklayanınız var mı?
Sevimlinin sempatik, sevimsizin antipatik,Vurguncunun spekülatör, eşkiyanın mafya,Desteğe, bilemediniz koltuk çıkmağa sponsorluk diyeniniz var mı?
Mesireyi, kır gezintisini picnic,Bilgisayarı computer, hava yastığını air-bag,Pekâlayı, oluru okey diye söyleyeniniz var mı?
Çarpıcı, önemli haberler flash haber,Yaşa, varol sevinçleri, oley oley,Yıldızları star diye seyredeniniz var mı?
Vırvırık dağının tepesindeki köyde,Cafe-show levhasının altında,Acının da acısı, nes-kaaave içeniniz var mı?
Toprağımızı, bayrağımızı, inancımızı çaldırmayalım derken,Dilimizin çalındığını, talan edildiğini,Özün, el diline özendiğine içi yananınız var mı?
Masallarımızı, tekerlemelerimizi, atasözlerimizi unuttuk,Şarkılarımızı, türkülerimizi, ninnilerimizi kaybettik.Türkçemiz elden gidiyor, dizini döveniniz var mı?
Karamanoğlu Mehmet Bey i arıyorum,Göreniniz, bileniniz, duyanınız var mı?Bir ferman yayınlamıştı....Hayal meyal hatırlayıp da sahip çıkanınız var mı?


Yusuf YANÇ

11 Ağustos 2008 Pazartesi

Yeni Öğretim Yılında Aynı Azim ve Çalışkanlıkla...


Bizler;


Mustafa Kemal'in aydınlığında ve yolunda,


Zorluklar karşısında yılmadan, bıkmadan, usanmadan, sinmeden onun sarsılmaz gücüyle ilerliyoruz!


Yeni öğretim senemizde, yeni kadromuzla daha çok çalışıp daha çok etkinlikler yapacağız!


Cumhuriyetin yılmaz bekçileri olmaya devam!

22 Temmuz 2008 Salı

Lozan Zaferini Kutluyoruz

Şanlı ulusumuzun esaret zincirini koparmaya karar verip Kurtuluş Savaşıyla aldığı başarıların diplomaside belgelendiği Lozan Barış Antlaşmasını kutluyoruz.


Lozan Antlaşması'nın önemi* Türk topraklarının yabancı ülkelere peşkeş çekildiği Sevr Antlaşması (10 Ağustos 1920) Lozan Antlaşması ile tarihin çöplüğüne atıldı. ll Kurtuluş Savaşı sonrasında Türk ulusunun zaferi Lozan Antlaşması ile belgelendi.* 24 Temmuz 1923 tarihinde imzalanan Lozan Antlaşması ile Mustafa Kemal Atatürk'ün kurduğu yeni Türkiye Cumhuriyeti'nin bağımsızlığı tüm dünyaya ilan edilmiş oldu.* Lozan Antlaşması ile Misak- i Milli sınırları çizildi.* Lozan Antlaşması ile Türkiye Cumhuriyeti'nin eşit, egemen ve bağımsız bir devlet olduğu güvence altına alındı.* Atatürk, Lozan Antlaşması için, "Türk milletine karşı yüzyıllardır hazırlanmış ve Sevr Antlaşması'yla başlatılan büyük suikastın sonuçsuz kaldığını bildiren bir belgedir" demişti.


Bağımsızlığımızı tüm dünyanın gördüğü Lozan ulusumuza kutlu olsun.

9 Haziran 2008 Pazartesi

2.Dönem etkinliklerimiz

Okul ADK olarak bu yılki çalışmalarımızı tamamlamış bulunmaktayıız.Önümüzde ki yıl daha aktif çalışmak umuduyla....
Özel Trakya Lisesi Atatürkçü Düşünce Kulübü 2.dönem etkinlikleri:
1.Şeyh Said İsyanı ve Laikliğin önemi
2.İstiklal Marşı'nın kabulü ve milli şair Mehmet Akif Ersoy'un anılması
3.Çanakkale zaferleri kutlamaları
4.19 Mayıs Etkinlikleri
5.Günebakan dergisine ADK olarak verdiğimiz 4 sayfalık yazılar...
6.Üniversite tanıtım fuarında Atatürkçü Düşüncenin tanıtımı

Bunların dışında 1 Mart tarihinde Çorlu ADD'nin Devrim Yasaları Uygulansın konulu konferansına katıldık.

Özel Trakya Lisesi ADK Başkanı
Doğacan Başaran

11 Mayıs 2008 Pazar

Türk Gençliği olarak;


Atatürkçü Türk gençliği olarak Türkiye Cumhuriyetine sevdalıyız.
Biz Özel Trakya Lisesi Atatürkçü Düşünce Kulübü olarak ülkemizin bağımsız bütünlüğünü,Cumhuriyet ilke ve devrimlerini ve Kemalist İdeolojiyi kendimize taraf seçtik.
Gençlik olarak ulu önderimiz Mustafa Kemal'in önderliğinde başlayan emperyalizme ve zulmüne karşı başkaldırıda 19 mayıs 1919'un ne demek olduğunu biliyoruz.
19 Mayıs Gençlik-Spor ve Atatürk'ü anma bayramı kutlu olsun.
Ne mutlu Türk'üm diyene.
Yaşasın Bağımsız Türkiye.
Sloganlarını temel parolamız olarak kabul ettik.

Bağımsızlıkçı Kemalist Gençlik Görev Başındadır.

Özel Trakya Lisesi Atatürkçü Düşünce Kulübü

19 Mayıs ve önemi

19 MAYIS 1919 TARİHİNİN ANLAMI VE ÖNEMİ
UZM. NEŞE ÇETİNOĞLU (*)
19 Mayıs 1919 tarihi, Türkiye Cumhuriyeti’nin tarihindeki dönüm noktalarından biridir. Atatürk’ün Samsun’a ayak bastığı tarih olan 19 Mayıs aynı zamanda “Gençlik ve Spor Bayramı” olarak kutlanmaktadır. Atatürk Millî Mücadele sıralarında Türk milletini ileri götürecek olanların ve köhnemiş fikirlere karşı gelecek olanların genç fikirler olduğunu görmüştü. Bu nedenle de “gençlik” kavramı Atatürk için ayrı bir önem taşımaktadır. Atatürk gençlerden sık sık bahsederken, yaş sınırı dışında fikri olarak gençliği yani, fikirde yeniliği ifade etmiştir. O’nun şu sözü çok anlamlıdır:“Genç fikirli demek, doğruyu gören ve anlayan gerçek fikirli demektir.” (1)
Atatürk’ün gençliğe armağan ettiği ve “Gençlik ve Spor Bayramı” olarak kutlanan 19 Mayıs tarihinin önemini daha iyi anlayabilmek için Atatürk’ün 16-19 Mayıs 1919 tarihleri arasında gerçekleştirdiği İstanbul-Samsun yolculuğunu bir kez daha hatırlamamız gerekir.
Türkiye Cumhuriyeti’nin tarihindeki önemli olaylardan biri Atatürk’ün Samsun’a ayak basışıdır. TürkMilleti Birinci Dünya Savaşı sonrasında kötüleşen koşullar içinde kurtuluş çareleri ararken büyük bir lider Mustafa Kemal Atatürk ortaya çıktı ve Samsun’a ayak basarak “Kurtuluş” yolunu açtı. Dolayısıyla Atatürk’ün 16-19 Mayıs 1919 İstanbul’dan başlayan yolculuğu bir kurtuluş dönemini simgeler. Samsun’a ayak basışının taşıdığı önem Atatürk’ün Büyük Nutku’nu 19 Mayıs 1919 Samsun’a çıkışı ile başlatmasından anlaşılmaktadır ki şimdi bu yolculuğu kısaca anlatmaya çalışalım.
Samsun işgal kuvvetleri için önemli noktalardan biriydi. Stratejik bakımdan büyük öneme sahipti ve Karadeniz’den Orta Anadolu’ya açılan en rahat ve güvenilir bir kapıydı. İngilizler 9 Mart 1919 tarihinde Samsun’a askerî birlik çıkarmışlardı. Buna tepki olarak Türk Makinalı Tüfek birliğinden Hamdi adındaki bir teğmenin askerlerini alarak dağa çıkması (2)dikkatleri bu bölgeye çekti ve İngiliz Yüksek Komiserliği’nin de Türk halkının silâhlandığı konusundaki şikayetleri üzerine bu bölgeye güvenilir bir kumandanın olağanüstü yetkilerle gönderilmesine karar verildi. Bu kumandan Mustafa Kemal Atatürk’tü ve Atatürk uzun zamandan beri ülkenin içinde bulunduğu bu umutsuz duruma üzülüyor ve birşeyler yapmak içinAnadolu’ya geçmek istiyordu. Bu O’nun için bulunmaz fırsattır. İstanbul-Samsun yolculuğu öncesinde Atatürk’le Padişah Vahdettin arasında geçen konuşmayı Atatürk şöyle anlatır:(3)
“-Paşa, Paşa!... Şimdiye kadar devlete çok hizmet ettin!Bunların hepsi artık bu kitaba girmiştir (bu bir tarih kitabıdır)! Bunları unutun, dedi, asıl şimdi yapacağın hizmet hepsinden daha önemli olabilir...Paşa, Paşa...Devleti kurtarabilirsin!...
Bu sözlerden hayrete düştüm. Acaba Vahdettin benimle içtenlikle mi konuşuyor?...O Vahdettin ki... bütün yaptıklarından pişman mı olmuştur?Aldatıldığını mı anlamıştı?Fakat, böyle bir yorum ile başka konulara girişmeyi ürkütücü saydım, kendine karşılık verdim:
-Kişiliğe güveninize ve bana bunca yüz verişinize teşekkür ederim...Elimden gelen hizmeti esirgemeyeceğime lütfen güveniniz...”
Atatürk bu konuşmada plânlarının sezilmiş olabileceği duygusuna kapılmıştı ama, O’nu bekleyen ve O’na güvenen bir“Türk Milleti” vardı.
Atatürk ile beraber 16 Mayıs 1919 Cuma günü başlayacak yolculuğa gemi kaptanı İsmail Hakkı Durusu dışında 18 kişi eşlik edecekti. Bu 18 kişinin adları şöyleydi:(4) III. Kolordu Komutanı Kurmay Albay Refet Bey (General Bele), Müfettişlik Kurmay Başkanı Kurmay Albay Manastırlı Kâzım Bey (General DIRIK), Müfettişlik Sağlık Bakanı Doktor Albay İbrahim Talî Bey (ÖNGÖREN), Kurmay Başkan Yardımcısı Kurbay Yarbay Mehmet Ârif Bey(AYICI), Karargâh Erkân-ı Harbiyesi İstihbarat ve Siyâsiyât Şubesi Müdürü Kurmay Binbaşı Hüsrev Bey(GEREDE), Müfettişlik Topçu Komutanı Topçu Binbaşı Refik Bey(SAYDAM), Müfettişlik Başyaveri Yüzbaşı Cevad Abbas(GÜRER), Kurmay Mülhakı Yüzbaşı Mümtaz (TÜNAY),Kurmay Mülhakı Yüzbaşı İsmail Hakkı (EDE), Müfettişlik Emir Subayı Yüzbaşı Ali Şevket (ÖNDERSEV), Karargâh Komutanı Yüzbaşı Mustafa Vasfi (SÜSOY), Kurmay Başkanı Emir Subayı ve Müfettişlik Kâlem Âmiri Üsteğmen Arif Hikmet (GERÇEKÇI), İaşe Subayı Üsteğmen Abdullah(KUNT), Müfettişlik İkinci Yaveri Teğmen Muzaffer (KILIÇ), Şifre Kâtibi, Birinci Sınıf Kâtip Fâik (AYBARS), Şifre Kâtibi Yardımcısı, Dördüncü Sınıf Kâtip Memduh (ATASEV).
Atatürk beraberindeki kişilerle beraber 16 Mayıs 1919 Cuma günü öğleden sonra “Bandırma” adındaki eski bir vapurla Galata rıhtımından ayrılır. 17Mayıs 1919 Cumartesi günü Bandırma Vapuru saat 21.40 sıralarında İnebolu’ya varır. 18Mayıs 1919 Pazartesi günü beklenen yolculuğun sonuna gelinir. Yolcular Kalyon Burnu denilen yerden sandallarla Merkez iskelesine çıkarılırlar. Bu sandallardan birinin sahibi olan İsmail Yurtsever, o zaman için Atatürk’ü tanımadığını söyler,Atatürk’ü sandalda ve Samsun’da iken geniş yakalı lejyon kaputu ve başında kalpakla gördüğünü anlatır. (5)
Atatürk, İstanbul’dan başlayan ve Samsun’da sona eren yolculuk esnasında görevli bir askerdi ve giyimi de buna uygundu ancak Samsun’a ayak bastığı günden birkaç gün sonra asker değil, sivil olarak hareket edecekti.
Atatürk’ün Samsun’a çıkışında gördüğü manzara pek parlak değildi. Şehirde İngiliz işgal kuvvetleri vardı. Pontusçular sokaklarda kol geziyordu. Halk kendisini koruyamayacak durumdaydı. Atatürk bugün müze haline getirilen Hıntıka Palas’ta kaldıkları süre içinde hep bu sorunları düşündü, yolculukta geçirdiği uykusuz geceler sona ermemişti; şimdi de burada uykusuz geceler başlıyordu. Ama, O’nda ve O’nun gibi düşünenlerde bu azim oldukça hiçbir engel aşılmaz değildi.
Kısaca vermeye çalıştığımız bu yolculuk Türk Milleti için bir dönüm noktası oldu ve kurtuluşun başlangıcıydı. Millî Mücadele’yi başlatmak üzere Samsun’da Anadolu topraklarına bastığı 19 Mayıs 1919 tarihinin önemi nedeniyle de 19 Mayıs’ı Türk gençliğine armağan etti. Yazımızın başında da belirttiğimiz gibi gençlik kavramı genel anlamda fikirlerdeki yeniliği anlatmaktadır.
Atatürk“Gençler!Benim gelecekteki emellerimi gerçekleştirmeyi üstlenen gençler!Bir gün bu memleketi sizin gibi beni anlamış bir gençliğe bırakacağımdan dolayı çok memnun ve mesudum”(6)derken Türk gençliğine olan güvenini de anlatmıştır.
Atatürk’ün şu sözleri hepimiz için bir rehber olmalıdır:“Beni görmek demek, mutlaka yüzümü görmek değildir. Benim fikirlerimi benim duygularımı anlıyorsanız ve hissediyorsanız, bu kâfidir”(7)demiştir. Atatürk’ü anlamak, yaşadıklarını ve fikirlerini bilmekle mümkündür. Dolayısıyla Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulmasında yaşanan zorlukları her zaman göz önünde tutarak, 19 Mayısları Atatürk’ün emanetine daima sahip çıkarak kutlamalıyız.

19 Mayıs Atatürk'ü Anma, Gençlik ve Spor Bayramı'mızdır
19 Mayıs 1919 Ulusal Kurtuluş Savaşımızın başladığı gündür. I. Dünya Savaşı sonunda ülkemizin birçok yeri savaşı kazanan devletler tarafından işgal edilmişti. Yurdumuzu bu durumdan kurtarmak için Atatürk, 16 Mayıs 1919'da "Bandırma Vapuru" ile İstanbul’dan Samsun'a hareket etti. 19 Mayıs 1919'da Samsun'a vardı ve burada Kurtuluş Savaşını başlattı. Üç yıl süren savaşlar sonunda ülkemiz yabancı güçlerden kurtarıldı. 29 Ekim 1923'te Türkiye Cumhuriyeti ilan edildi. Atatürk'ün, Samsun'a varış tarihi olan 19 Mayıs günü Ata’nın isteği üzerine "Gençlik ve Spor Bayramı" olarak kutlanmaktadır.
Atatürk Türk gençliğini seviyor, onlara güveniyor ve Türkiye’nin geleceğini onların ellerine bırakmaya çekinmiyordu. Gençliğe bıraktığı bu önemli görevi söylevinde şöyle dile getiriyordu Atatürk: "Ey Türk Gençliği! Birinci ödevin; Türk bağımsızlığını, Türk Cumhuriyetini sonsuzluğa değin korumak ve savunmaktır. Varlığının ve geleceğinin biricik temeli budur. Bu temel senin en değerli güven kaynağındır."
Atatürk, "Sağlam kafa sağlam vücutta bulunur!" sözü ile başarılı olabilmenin bir koşulunun da sağlıklı olmak olduğunu, sağlıklı olmak için de spor yapmak gerektiğini vurgulamıştır.
Her yıl 19 Mayıs günü Gençlik ve Spor Bayramımız yurdun her yanında spor gösterileri ve törenlerle kutlanır.
19 Mayıs; 1981 yılından bu yana "Atatürk'ü Anma Günü" olarak da kutlanmaktadır. Bunun nedeni Atatürk’ün bir söyleşi sırasında: "Ben 19 Mayıs'ta doğdum" demiş olmasıdır.


19 Mayıs 1919 Müjdeli gün,
Türk çocuğu unutma,ne oldu dün.
Türk'ün uyanıp şahlandıgı o gün,
Özgürce yaşamanı sağladı bugün.

Türk'ün Bayrağı karalar bağlamış,
Gitmeden esaret dalgalanmam diyor.
İstanbul Fatihi Mehmet Han ağlamış,
Mezarında Ruh'u yatmam diyor.

Fransızlar Adana benim diyor,
Doganbey Vatan için can veriyor.
Urfa,Maraş ve Antep'te İngilizler,
Namus ve şerefime göz dikiyor.

Yunan Ordusu çıkmış İzmir'ime,
Hançerini saplamak ister Yüreğime.
Antalya ve Konya'da İtalyanlar,
El uzatmış Ay-Yıldızlı Bayrağıma.

Samsun'da İngiliz cirit atıyor,
Ermeni-Rum Türk'ü satıyor.
Irak ve Filistin'i İngiliz almış,
Suriye -Lübnan Fransız'a kalmış.

İngiliz Bayragı Yürekleri dağlıyor,
Evliyalar şehri İstanbul ağlıyor.
Eyüp Sultan'da toplanmış Şehitler,
Başta Gençosman ferman dinliyor.

Ermeni-Rum Çeteleri silahlanmış,
Anne karnında bebeleri Süngülüyor.
İngiliz - Fransız destekli Sülükler,
Türk'ün Kan'ını içerek besleniyor.

Şahin bey Antep'ten seslenir,
Yakışmaz Türk'e Esaret Ar gelir.
Adana'dan Sinan Paşa cevap verir,
Esir yaşamaktansa ölüm hoş gelir.

19 Mayıs 1919 Kutlu sabahında,
Mustafa Kemal'im Bandırma Vapurunda.
Özgürlük Meşalesi tutuştu Samsun'da,
Yayıldı dalga dalga Anadolumda.

Mustafa Kemal'im Bayrak olup,
Esti Samsun'dan Yurdum üzerine.
Zulmün kahredici Güneşi olup,
Doğdu Emperyalist güçlerin üzerine.

Savunmasız Yurdum işgal selinde,
Esaret ölümdür gönül telinde,
Kefen teninde,Şehitlik dilinde,
Toplandı Milletim Ata'nın emrinde.

Ondokuz Mayıs Gençlik Bayramı,
Gençler Sporla kutlar Bayramı,
Atatürk'ün gençliğe büyük armağanı,
19 Mayıs Gençlik ve Spor Bayramı.

Zulmün sonu,
Özgürlüğün başı,
Cumhuriyet yolunun ilk yapı taşı,
Türk'ün kurtuluş umudunun gözyaşı,
Ezilmişliğe başkaldırının sembolü bugün.

ATATÜRK VE GENÇLİK

Kurtuluş Savaşı'nın zaferle sona ermesinin ardından, yurt içinde çok daha önemli bir mücadele başladı: Bağımsızlığını kazanan bu yeni devleti güçlendirmek ve yükseltmek. Bu dönemde kültürel, ekonomik ve toplumsal pek çok reformun aciliyetle yapılması ve bu reformların toplum tarafından kabul görmesinin sağlanması gerekiyordu. Atatürk bu dönemde genç nesil üzerinde önemle durmuş, gençliğin eğitimi ve bilinçlendirilmesi öncelikli konular arasında olmuştur. Cumhuriyet'in ilk yılları, başta Atatürk olmak üzere, devlet adamları ve aydınlar için "gençliğin Cumhuriyet'in koruyucuları" olduğu anlayışının hakim olduğu yıllardır. Cumhuriyet gençlere emanet edilmiş ve bu konuda gençliğe büyük ümit bağlanmıştır. Atatürk bu büyük hedefini ise şu şekilde tarif etmişti:Benim için bir tek hedef vardır. Cumhuriyet hedefi. Bu hedefe varmak için, belirli yoldan yürüyen arkadaşların başarılı olması için, tutulan doğru yolda, namuslu yolda çok çalışmak ve etkin olmak gerekir.15
Atatürk, Kurtuluş Savaşı sırasında kazanılan başarıların, Türkiye'nin geleceğinin çok aydınlık olacağının en önemli işaretleri olduğuna inanıyordu:
Sizin gibi gençlere malik bulundukça, bu vatan ve milletin, şimdiye kadar elde etmeyi başardığı zaferlerin üstüne çok daha büyük zaferler elde edeceğinden şüphe etmiyorum.16
Bağımsızlık mücadelesi ile elde edilen zafer, uzun yıllardır devam eden savaşlardan, ekonomik, politik ve sosyal alanlarda yaşanan büyük çöküşten çok önemli dersler alınmasını sağlamıştı. Bu dersler, hem Cumhuriyet ilkelerinin değerinin ve öneminin kavranmasını sağlayacak, hem ülkemizi bir daha benzer bir duruma düşmekten koruyacak, hem de yine benzeri olaylarla karşılaşılması durumunda bu sıkıntıların nasıl aşılacağını bizlere gösterecek önemli derslerdir. Atatürk de, özellikle gençlerin, Kurtuluş Savaşı boyunca kazanılan tarihi tecrübeleri çok iyi değerlendirmeleri gerektiğine dikkat çekmiştir. Atatürk'e göre, bu tecrübeler gençleri olgunlaştırmış ve onları, sorumluluklarının önemini kavrayabilecekleri bir konuma getirmişti:
Gençlerimiz ve aydınlarımız ne için yürüdüklerini ve ne yapacaklarını öncelikle kendi düşüncelerinde iyice kararlaştırmalı, onları halk tarafından iyice benimsenip kabul edilebilir bir hâle getirmeli, onları ancak ondan sonra ortaya atmalıdır. Ben çok ümitliyim ki, gençlerimiz bunu yapacak derecede yetişkindir. Biliyorum ki ihtiyarlarımız gibi gençlerimizin de tecrübeleri vardır. Zira milletimizin yakın senelere ait gördüğü acı dersler, yakın yılların en yoğun olaylar ile dolu oluşu, devrimizin gençlerini eski devirlerin ihtiyarları kadar ve belki onlardan fazla olayın şahidi, dolayısıyla gençliğimizi ihtiyarlar kadar tecrübe sahibi yaptı.Herhangi bir gencimiz yaşadığı devrin belki üç katı oranında olaya şahit olduğu için her gencimiz üç misli yaş sahibi sayılabilir, onları da ihtiyarlar gibi tecrübeli kabul edebiliriz. Gençliğimizin sahip oldukları bu tecrübelerden istifade ederek çalışkan, memlekete faydalı ve büyük imanla donatılmış olarak vazifelerini hakkıyla yerine getireceklerine eminim.17
Biz her şeyi gençliğe bırakacağız... Geleceğin ümidi, ışıklı çiçekleri onlardır. Bütün ümidim gençliktedir.18
Cumhuriyet'in övüncü olan Türk gençliği, Türklük bilincinin doruğa ulaştığı Atatürk döneminde, dinamik, çalışkan, bilimi kendine yol gösterici tanımış, çağdaş, her şeyini ulusuna adamış, ulusunu uygarlık seviyesinin üstüne çıkarmayı kendisine ülkü edinmiş bir gençlikti. Ulusun gerçek gücünü ve enerjik cevherini temsil ediyordu. Nitekim ilerleyen yıllarda Türk gençliği Atatürk'ün bu güvenini boşa çıkarmamış, yıkılmış ve harap olmuş vatan topraklarından, ilerlemiş ülkeler seviyesine ulaşmak için gücünün son noktasına kadar çalışan bir güç haline gelmiştir. Özellikle de Cumhuriyet'in kuruluşundan Atatürk'ün aramızdan ayrıldığı 1938 yılına kadar geçen süre Türk Milleti'nin çağdaş bir ülke olma amacıyla büyük reformlara imza attığı, dinamik bir dönem olmuştur. Atatürk'ün Türk gençliğine hitap ettiği bazı konuşmaları şu şekildedir:

Gençler için vatanî işlerde ölmek söz konusu olabilir. Lâkin korkmak asla! (1919)19
Gelecek için hazırlanan vatan evlâtlarına, hiçbir güçlük karşısında yılmayarak tam bir sabır ve metanetle çalışmalarını ve öğrenim gören çocuklarımızın ana ve babalarına da yavrularının öğreniminin tamamlanması için hiçbir fedakârlıktan çekinmemelerini tavsiye ederim.20
Gençler cesaretimizi takviye ve idame eden sizlersiniz. Siz, almakta olduğunuz terbiye ve irfan ile insanlık ve medeniyetin, vatan sevgisinin, fikir hürriyetinin en kıymetli timsali olacaksınız. Yükselen yeni nesil, istikbal sizsiniz. Cumhuriyet'i biz kurduk, onu yükseltecek ve yaşatacak sizsiniz.21
Atatürk'e göre, Türkiye'nin geleceğini emanet ettiği gençlerin eğitimi çok önemliydi. Her fırsatta üniversite ve lise öğrencileri ile biraraya gelen Atamız, üstte Ankara Hukuk Fakültesi'ne altta ise İzmir Kız Lisesi'ne yaptığı ziyaretler esnasında görülmektedir.
Atatürk gösterdiği yola uydukları takdirde, gelecek nesilleri güzel günlerin beklediğine de değinerek gençleri bu yolda kararlı adımlarla ilerlemeye teşvik etmiştir.
Asla şüphe yoktur ki Cumhuriyet'in gelecek evlâtları bizden daha çok rahata kavuşmuş ve bahtiyar olacaklardır. (1927)22
Atatürk'ün Türk gençliğine inancını ve güvenini gösteren bir önemli olay da Hatay davası sırasında gerçekleşmiştir:
Fransız komiseri Ponçet Ankara'yı ziyareti sırasında, Ankara Palas'a uğrayan Atatürk ile karşılaşır. Atatürk Ponçet'yi masasına davet eder. Günün önemli sorunu Hatay meselesidir. Fransız Hükümeti zorluklar çıkarmakta, bu sorunun barış içinde çözülmesine engel olmaya çalışmaktadır. Atatürk masasında bulunan Ponçet'ye şu şekilde hitap eder:
- Hatay işi benim şahsi davamdır ve Beni üzüyorsunuz. Korkarım ki beni, meseleyi başka türlü halle mecbur bırakacaksınız.Atatürk bu sözleri yüksek sesle Türkçe söylüyor ve çevresindeki insanlar da onu dinliyordu. Atatürk'ün Fransa'nın Suriye komiseri Ponçet'ye karşı "beni üzüyorsunuz" sözü salonda çok geniş bir etki oluşturdu. Orada bulunan bir genç ayağa kalkarak, oldukça yüksek bir sesle şöyle dedi:
- Atatürk üzülme, arkanda biz varız!
Atatürk yerinde başını sesin geldiği tarafa doğru çevirdi. Kaşları kalkmış, çehresi sevgi ile dolu olarak gence şöyle cevap verdi:
- Biliyorum çocuğum, onu bildiğim için ki böyle konuşuyorum."23
Bu örnekten de Atatürk'ün arkasında gençlerden oluşan büyük bir kuvvet olduğunu bildiğini anlarız.
Eğitimin Önemi
Kitabın başında da vurguladığımız gibi, gençlik bir milletin varlığının devamını sağlayan çok önemli bir güçtür. Ancak bu gücün gereği gibi kullanılabilmesi ve millete fayda sağlayabilmesi için gençlerin iyi bir eğitim almaları, bilinçlendirilmeleri ve iyi yönlendirilmeleri gereklidir. Aksinin o ülke için nasıl gelişmelere neden olabileceğinin örnekleri yakın geçmişimizde yaşanmıştır. Yeterince bilinçlenmemiş, milli ve manevi değerlerden uzaklaşmış gençlerin tehlikeli ideolojilerin etkisinde kalmaları, ülkenin güvenliğini ve bütünlüğünü tehdit eden bir unsur haline gelmiştir.
Bu nedenledir ki Atatürk gençliğin iyi yetiştirilmesini ve bilinçlendirilmesi gerektiğini sıkça tekrarlamıştır. Doğru bilgilerle ve müspet fikirlerle aydınlatıldığında gençliğin Türk Milleti'nin yükselişinde önemli bir rol oynayacağını hatırlatmıştır:
Gençliği kesinlikle ideal sahibi ve ülkeyle ilgili olarak yetiştirmek herkesin, hepimizin, her devlet adamının başta gelen görevidir. Gençliği yetiştiriniz. Onlara bilim ve kültürün pozitif düşüncelerini veriniz. Geleceğin aydınlığına onlarla kavuşacaksınız. Hür fikirler uygulamaya konulduğu vakit Türk Milleti yükselecektir.24
Atatürk aynı zamanda Türk gençliğinin öncelikli olarak kendi benliğine, milli geleneklerine, ulusun birlik ve bütünlüğüne zarar verebilecek düşman unsurları tanıması ve bunlarla mücadele yöntemlerini öğrenmesi gerektiğine de dikkat çekmiştir:
Yetişecek çocuklarımıza ve gençlerimize, görecekleri öğretimin sınırları ne olursa olsun, en evvel ve en esaslı olarak Türkiye'nin istiklâline, kendi benliğine, millî geleneklerine düşman olan unsurlarla mücadele etmek lüzumu öğretilmelidir.25
Çocuklarımız ve gençlerimiz yetiştirilirken onlara özellikle varlığıyla, haklarıyla, birlik ve bütünlüğüyle çelişen tüm yabancı öğelerle mücadele zorunluluğu, milli görüşleri derinlemesine bilerek her karşı görüş önünde şiddetle ve özveriyle savunma zorunluluğu telkin edilmelidir. Yeni kuşakların ruh gücüne bu nitelik ve yeteneklerin aşılanması önemlidir. Hayatlarını sürekli ve müthiş bir mücadele biçiminde belirleyen milletlerin felsefesi, bağımsız olmak ve mutlu kalmak isteyen her millet için bu nitelikleri çok şiddetli olarak gerektirmektedir. (16.7.1921 Maarif Kongresi'ni açış konuşmasından)26
Gençlerin bu şekilde bilinçlendirilmesi için ise, yalnızca gençlere değil, elbette toplumun pek çok kesimine önemli görevler düşmektedir. Genç nesil bilgisizlik veya yanlış bilgilendirmeler nedeniyle, diğer insanlara kıyasla daha kolay yönlendirilebilmektedir. Gençlerin yanlış yönlendirmelerden korunabilmelerinde ve kendilerinden beklenilen sorumlulukları tam olarak yerine getirebilmelerinde alacakları temel eğitim belirleyici rol oynamaktadır. Bu nedenle, gençlerin vatan ve millet sevgisini özümseyebilecekleri, tarih bilincine sahip olabilecekleri, kültürel mirasımızın değerini kavrayabilecekleri, devlete hizmet anlayışlarını geliştirebilecekleri, en önemlisi zararlı ideolojilerin telkinlerinden korunabilecekleri bir eğitim imkanına sahip olmaları gereklidir. Gençlerin bu bilinci almaları sağlanmadan onlardan beklenti içerisinde olmak doğru olmaz. İşte Atatürk'ün yaptığı budur. Atatürk gençlere çok güvendiğini, onları ülkemizin geleceğinin güvencesi olarak gördüğünü söylerken, öncelikle gençlerin doğru şekilde bilinçlendirilmeleri gerektiğini vurgulamıştır. Atatürk bu eğitim ve bilinçlendirilmenin sonucunda ortaya çıkacak olan 'irfan ve kültür ordusu'nun milletin geleceğini şekillendirecek kadar üstün bir güce kavuşacağını söylemiştir:
Memleketimizi, toplumumuzu gerçek hedefe, mutluluğa eriştirmek için iki orduya ihtiyaç vardır. Biri vatanın hayatını kurtaran asker ordusu, diğeri milletin geleceğini yoğuran kültür ordusu...27
Bir millet irfan ordusuna sahip olmadıkça, muharebe meydanlarında ne kadar parlak zaferler elde ederse etsin, o zaferlerin kalıcı sonuçlar vermesi ancak irfan ordusuna bağlıdır.28
Atatürk eğitim ile cahilliğin yok edilmesinin, bir milleti esaretten hürriyete kavuşturan önemli bir güç olduğunu hatırlatarak gençlerimizin iyi bir eğitim almalarının ne derece hayati bir önem taşıdığına dikkat çekmiştir:
Gençlerin milli tarih bilincini kazanmalarının önemine sık sık dikkat çeken Atamız, Adana Kız Enstitüsü'nde bir tarih dersini izlerken.
Eğitimdir ki, bir milleti ya hür, bağımsız, şanlı yüksek bir toplum halinde yaşatır ya da bir milleti esaret ve sefalete terk eder.29
Milli Eğitim programımızın, Milli Eğitim siyasetimizin temel taşı, cahilliğin yok edilmesidir.30
Bir ulusun yüksek medeniyet seviyesine ulaşmasında, iyi yetişmiş, bilgili, kültürlü insan unsurunun önemi son derece büyüktür. Bu sebeple sağlam, üstün kaliteli ve milli kültürümüzün esaslarıyla çağdaş medeniyetin ileri teknolojisini birleştiren bir öğretim sistemiyle gençlerimizin yetiştirilmesi şarttır.
Genç bir nüfusa sahip olmak Türkiye Cumhuriyeti için büyük bir kuvvet ve güçtür. Ancak bu gençlerin doğru yönlendirilmesi, dış ve bölücü güçlerin, ülke aleyhine faaliyet gösteren ideolojilerin ve grupların etkisi altında kalmalarının engellenmesi gerekir. İşte Atatürk'ün, kültür devriminin üzerinde durmasının ve eğitime öncelik vermesinin nedeni budur.
Hedefe yalnız çocukları yetiştirmekle ulaşamayız! Çocuklar geleceğindir. Çocuklar geleceği yapacak adamlardır. Fakat geleceği yapacak olan bu çocukları yetiştirecek analar, babalar, kardeşler hepsi şimdiden az çok aydınlatılmalıdır ki, yetiştirecekleri çocukları bu millet ve memlekete hizmet edebilecek, yararlı ve faydalı olabilecek şekilde yetiştirsinler! Hiç olmazsa yetiştirmek lüzumuna inansınlar! Okullardan başka; gazeteler, küçük dergiler köylere kadar yayınlanıp dağıtılmalıdır. Bizim köylümüz ne gazete ne dergi v.s. okumaz. Bilenler bilmeyenleri toplayıp, okutmayı, onlara okumayı anlatmayı bir vazife bilmelidir. 192331
Atatürk'ün eğitimin önemine dikkat çektiği sözlerinden diğer bir tanesi ise şu şekildedir:
İnsanlar sadece maddi değil, özellikle bu maddi kuvvetin içerdiği manevi kuvvetin etkisiyle yapıcıdırlar. Milletler de böyledir. Manevi kuvvet özellikle bilim ve inançla yüksek bir biçimde gelişir. Öyleyse hükümetin en verimli ve en önemli görevi eğitim işleridir. Bu yolda başarılı olmak için öyle bir program izlemek zorundayız ki, o program milletin bugünkü haline, toplumsal ve hayati ihtiyaçlarına, çevre koşullarına, çağın gereklerine uyum sağlasın, onlara uygun olsun. Bunun için çok büyük ama hayali ve karışık fikirlerden uzak durup gerçeğe derinliklerini görerek bakmak, dokunmak gerekir.32

Harun Yahya

Atatürk'ün Bağımsızlık Tutkusu

Atatürk'ün bağımsızlık tutkusu
Atatürk'ün ve Atatürkçülüğün önemini kavrayabilmek ve samimi bir Atatürkçü olabilmek için herşeyden önce O'nun hayatını incelemek, neler yaptığını, neyi hangi düşünce ve ruh hali içerisinde gerçekleştirdiğini iyi analiz etmek gerekir.
O'nun düşünce ve devrimlerinin temelini araştırdığımızda bunun ilk olarak "tam bağımsızlık ve özgürlük" ilkesine dayandığı hemen göze çarpmaktadır.
Mustafa Kemal daha henüz öğrencilik yıllarında bağımsız bir millet olmadan çağdaş bir devletin kurulamayacağını anlamış ve özgürlüğün olmadığı ortamda yaşamaktansa her türlü tehlikeye göğüs gererek bağımsız bir millet için savaşmayı göze almıştır. Bu nedenle vatan topraklarını işgal etmek isteyen güçlere karşı amansız bir mücadele vermiş, hiçbir zaman Türk Milleti'nin iradesini bağlayacak yönetim şekillerine razı olmamıştır. Başka ülkelerin boyunduruğu altına girmiş bir milletin zamanla tarihten silineceğini bilerek, "Ben yaşayabilmek için mutlaka müstakil bir milletin evladı kalmalıyım. Milli istiklal bence bir hayat meselesidir" demiştir.
Askerlik yıllarında Suriye'de görevli iken gizlice geldiği Selanik'te, Askeri Rüştiye öğretmenlerinden Hakkı Baha (Pars)'ın evinde arkadaşlarıyla yaptığı bir toplantıda şunları söylemiştir: "...Millet zulüm ve istibdat altında mahvoluyor. Hürriyet olmayan bir memlekette ölüm ve izmihlal vardır. Her terakkinin ve kurtuluşun anası hürriyettir."
Bu sözler daha o yıllarda Mustafa Kemal'in kurmayı tasarladığı devleti neler üzerine inşa edeceğinin ilk işaretlerini veriyordu.
Mustafa Kemal "Ya istiklal ya ölüm" ifadesiyle hiçbir şekilde vazgeçmeyeceğini gösterdiği bağımsızlığı öylesine içine sindirmişti ki, "Özgürlük ve bağımsızlık benim karakterimdir" diyerek adeta onu kendisinin bir parçası haline getirmişti.
Atatürk'ün bağımsızlık anlayışı sadece siyasi yönden bağımsızlığı değil aynı zamanda askeri, ekonomik ve kültürel bağımsızlığı da içine almıştır. O, tam bağımsızlıkla, kendi kendine yetebilen, savunmasından teknolojisine, tarımından ekonomisine kadar her alanda dışarıya muhtaç olmadan, hiçbir ödün vermek zorunda kalmadan ayakta durabilen bir yapıyı kastetmiş ve şöyle demiştir: "İstiklal-i tam denildiği zaman, bittabi siyasi, mali, iktisadi, adli, askeri, harsi ve ila ahiri her hususta istiklal-i tam ve serbest-i tam demektir. Bu saydıklarımın herhangi birinde istiklalden mahrumiyet, millet ve memleketin, manayı hakikisiyle istiklalinden mahrumiyet demektir."
Yüksek dehasıyla gelecekte sadece siyasi yönden bağımsız olmanın yeterli olamayacağını anlayan Ulu Önderimiz, türlü imkansızlıklara rağmen ülkemizin ekonomik yönden de bağımsızlığını sağlayacak sanayi hamlelerini başlatmış ve milletimizi ortak bir kültür potasında eritip kaynaştırmak için milli bir kimlik oluşturma gayretlerini göstermiştir.
Atatürk'ün tam bağımsızlık anlayışının ne kadar isabetli olduğunu bugün yaşadığımız dünyaya baktığımızda hemen gözlemleyebiliyoruz. Artık ülkeler güçlerini savaş yoluyla başka devletlerin topraklarını işgal ederek değil, uyguladıkları ekonomik ve kültürel politikalarla ortaya koymakta ve bu şekilde milletlerin bağımsızlığını tehdit eder hale gelmektedirler.
Ülkemizin böyle bir tehlikeden korunması, ancak Atatürk'ün yıllar önce ortaya koyduğu tam bağımsızlık anlayışını yürekten benimsemesi ve onun yaptığı ve gösterdiği gerekleri kararlı şekilde uygulamasıyla mümkün olacaktır.
Bağımsızlık gibi barış da Atatürk'ün kişiliğinin önemli bir parçasıydı. Atatürk dünya tarihinin gelmiş geçmiş en büyük askerlerinden biridir. Yaşamının büyük bir kısmını cephelerde geçirmiş, bir askerin sahip olabileceği en yüksek mevkide bulunmuş, en ağır sorumlulukları almıştır. Ancak bu büyük asker aynı zamanda barışın önemini herkesten daha iyi bilmektedir. Nitekim "Yurtta sulh, cihanda sulh" sözleri onun barışı yalnızca Türk Milleti'nin refahı için değil, bütün dünya milletlerinin refahı ve huzuru için en önemli etken olarak gördüğünü ortaya koymaktadır. Atatürk barışı, refaha ve saadete götüren yol olarak isimlendirmektedir:
"Barış, ulusları refah ve saadete eriştiren en iyi yoldur… Memleketimizi her gün daha çok kuvvetlendirmek, her alanda her türlü ihtimallere karşı koyacak bir halde bulundurmak ve dünya olaylarının bütün safhalarını büyük bir uyanıklık içinde izlemek, barışsever siyasetimizin dayanacağı esasların başlangıcıdır. " (Atatürk'ün Söylev ve Demeçler, c.1, s.412)

20 Nisan 2008 Pazar

Yarın 23 Nisan

Yarın, 23 Nisan...
Babası öldü.Yetim büyüdü. Üvey evlat oldu. Tutuklandı. Hapse atıldı. Sürüldü. İşsiz kaldı. (Şöyle yazıyordu o sıkıntılı günlerde kaleme aldığı günlüğüne: Harcamalarım fazla değil, zira gelirim hep az.) Hastalandı... Böbreklerinden. Vuruldu... Göğsünden. Mesleğinden atıldı. İdama çarptırıldı. Kardeşleri öldü. Çocuğu olmadı. Boşandı. Karaciğeri iflas etti.
Evet... Mustafa Kemal bu.
Yarın, 23 Nisan. "Neşe doluyor insan" klişeleriyle falan olmuyor bu iş.
Evladı olmayan bir yetimin, duygularını anlatın... Anlatın ki, o yetimin, evlatlarımıza bıraktığı hediyenin kıymetini anlasın evlatlarımız.
Bu bayram, onlara anlatıldığı gibi, folklorik bir müsamere coşkusundan ibaret değil çünkü... Anlatın ki, kökeninde barınan derin hüznü kavrasınlar.
İşte liste yukarıda. Kısacık ömründe bir insanın başına ne felaket gelebilirse, gelmiş... Bunu anlatın.Direnen... Teslim olmayan ruhu anlatın.
Korkmasınlar engellerden. Korkmasınlar yalnız kalmaktan. Korkmasınlar işsizlikten. Korkmasınlar parasızlıktan. Korkmasınlar alçaklardan. Korkmasınlar doğrulardan.
Yürek dediğin... Sadece organ değil arkadaş. Bunu anlatın.

Yılmaz Özdil
SADECE ÇOCUK BAYRAMI DEĞİL ULUSUMUZUN EGEMENLİK BAYRAMI
Bugün 23 Nisan, yani Türk milli devriminin yıldönümü. İşbirlikçi İstanbul hükümetine karşı Ankara'da Millet Meclisi'mizin kuruluşunun yıldönümü. 23 Nisan'ın sloganı ise "Egemenlik Kayıtsız Şartsız milletindir."
Bugün milletimizin dört milli bayramından birini kutluyoruz. Mustafa Kemal Atatürk'ün önderliğinde Ankara'da 23 Nisan 1920'de kurulan Türkiye Büyük Millet Meclisi 86 yıl önce bugün okul sıralarından sandalyeler ve Ankaralı marangozların imal ettiği bir kürsüyle çalışmalarına başladı. İlk meclisimiz Kurtuluş Savaşı'na, Büyük Taarruz'a, yeni alfabeye, saltanat ve hilafetin kaldırılmasına ve daha pek çok devrime karar verdi. İlk meclisimiz medeniyetin merkezinde bir ülke olduğumuzu da gösterdi ve kadınlara seçme ve seçilme hakkı veren ilk ülke olma özelliğini milletimize verdi.
Ve elbette "egemenlik." İstanbul'da işgalcilerle işbirliği yapan Vahdettin, Damat Ferit ve yandaşlarının saltanatına karşı Millet Meclisimiz "Egemenlik Kayıtsız Şartsız Milletindir" dedi. İşte 23 Nisan, işte ulusumuzun egemenlik bayramının anlamı bu. Bayram daha sonra Atatürk tarafından çocuklara armağan edildi. Elbette 23 Nisan çocuk bayramı olarak da kutlanacak, sonuçta Ata'mız öyle emretti ama aslını unutmadan Ulusal Egemenlik Bayramı olduğunu unutmadan.


Çocuklara armağan edilen bayram:
"Küçük hanımlar, küçük beyler! Sizler hepiniz geleceğin bir gülü, yıldızı, bir mutluluk parıltısısınız! Memleketi asıl aydınlığa boğacak sizsiniz. Kendinizin ne kadar mühim, kıymetli olduğunuzu düşünerek ona göre çalışınız. Sizlerdençok şeyler bekliyoruz."
Mustafa Kemal ATATÜRK

Gazi Paşa milli temellerle kurulan devletimizin halk egemenliğine dayanmasını istiyordu be çerçevede 23 Nisan 1920 tarihinde Ankara'da yeni devletin temeli olan TBMM'yi açtırdı.Bu günü o meclisi ileride yönetecek olan çocuklara armağan etti.Unutulmamalıdır ki bugünün çocukları yarının büyükleridir.



Kaynak:1.Ulusal KANAL resmi internet sitesi
2.Milli Eğitim Bakanlığı resmi internet sitesi

19 Nisan 2008 Cumartesi

Köy ensitütülerinin programı

Burada, Köy Enstitülerinin 1946'ya kadar, yani özgün deneyimin sürdüğü dönemde yürürlükte bulunan ve "sadece öğretmen yetiştiren" programına değinilecektir.
Önce de değinildiği gibi, Köy Enstitüleri 1937 yılında "Köy Öğretmen Okulu" olarak kuruldu. 1940'a kadar, 1926-34 arasında yürürlükte kalan Köy Muallimi Mektebi Müfredat Programı (1927), İlköğretmen Okulları Programı ile ortaokul, lise ve orta meslek okulları programlarından yararlanıldı (Yücel, 1938, s.235). Bu konuda enstitü müdürlüklerine geniş yetkiler tanındığı da anlaşılmaktadır. İlk program, Köy Enstitüleri Öğretim Programı adıyla 1943 yılında yürürlüğe girdiğine göre, enstitü müdürlüklerinin 6 yıl boyunca programlarını geliştirmede önemli bir yetkiye sahip oldukları anlaşılır. Özellikle iş ve tarım etkinlikleri, yöresel koşullar ve olanaklar dikkate alınarak enstitülerce programlaştırılmıştır. İlk kurulan (1937) Kızılçullu ve Çifteler Köy Enstitülerinde geliştirilen programlar, diğerlerine örnek oluşturacak ancak, her enstitü kendi özgül koşullarına göre program geliştirmede önemli yetkilere sahip olacaklardı. Kızılçullu Köy Enstitüsü müdürü Emin Soysal'ın, yönetsel ilkelerden sapması ve Bakanlıktan kopuk davranması, Kızılçullu'nun örnek olma şansını azaltmıştır. Örnek, daha çok Çifteler Köy Enstitüsü'dür. Diğer Enstitü müdürlerinin çoğu da bu olumlu öğretmenlerin arasından seçilip atanmıştır. Asıl olan enstitülerin kendi yarattıkları deneyimlerdir.
1943 tarihli Köy Enstitüleri Öğretim Programı, önemli ölçüde ayrı ayrı derslerin programlarından oluşmuş, ilkokul programlarında olduğu gibi Köy Enstitüsü Programı'nın baş tarafında genel "amaç ve ilkeler" yer almıştır. 1940'ta, yasanın çıkışından sonra gönderilen bir genelge ileTonguç'un mektupları ve işbaşında yaptığı rehberlik, programın oturacağı temel anlayışı ve ana çerçeveyi çizmiştir. Bakan Hasan Âli Yücel'in imzasıyla gönderilen ilk genelgede şu noktalar yer almaktadır:
Enstitüdeki etkinliklere öğrenci seyirci kalmayıp bizzat katılacak ve bunları öğretmenleriyle birlikte yapacaktır.
Genelgeye göre, "Köy Enstitüleri talebesine halkla doğrudan doğruya münasebete girişmeyi temin edici işler yaptırılacaktır. Her türlü iş sahibi halkla kolay (ve) normal bir şekilde konuşmaları, halk ruhuna âşina olmaları, halkın mühim ihtiyaçlarını giderici pratik tedbirleri bilmeleri, imkân altına alınacaktır."
Öğrenciye titiz bir temizlik alışkanlığı kazandırılacaktır. "Onların korkak, mütereddit, kararsız, iradesiz olmamaları" için çaba gösterilecektir.
"Çocukların müesseseye girdikleri zaman iyi hareketlerinin bozulmaması ve bunların inkişaf ettirilmesine çok itina edilecektir..."
"Enstitülerde planlı, süratli iş görmek ve işi başarmak talebe ve öğretmenler için esas prensiplerden... olacaktır."
Öğrencilere bisiklet, motosiklet, su motörü, otomobil gibi araçların kullanılmasının öğretilmesi;
Çevre özelliklerine göre; ata binme, dağcılık, sandal ve yelken kullanmanın öğretilmesi;
Çevredeki akarsu ve deniz canlılarının incelenmesi ve bunların nasıl değerlendirileceğinin öğretilmesi;
Enstitü ve çevre arazisinin işlenmesi, bayındırlaştırılması, ağaçlandırılıp çiçeklendirilmesi;
Hayvan yetiştirme ve hayvanların korunup ıslah edilmesinin öğretilmesi;
Mandolin, el ve ağız armoniği kullanma ve halk müziği parçalarını ustalıkla söyleme becerisinin kazandırılması, modern müzik parçalarını dinletme;
Köy ve çevre incelemeleri yapma ve bunu öğrencilere öğretme;
Meslekî kitap ve dergileri izleme ve onlara abone olma;
Müze kurma ve bunlardan yararlanma;
Yerel ve ulusal motiflere göre stilize edilmiş giysiler dikme ve eskiden yapılmış olanların müzede sergilenmesi;
Öğrencilere ve çevreye yönelik eğlenceler düzenleme; gibi etkinliklere yer verilecektir.
Öğretmen ve öğrenciler, Anayasada yazılı "cumhuriyetçilik, halkçılık, devletçilik, laiklik ve inkılapçılık prensiplerini, Türk Milletinin yükselmesi için ana prensipler bilerek çalışacaklar, bu prensipleri hiçbir engel tanımadan hayata tatbik edebilen insanlar olacaklardır" (Tebliğler Dergisi, Sayı 77, 1940).
Ayrıca bu genelge enstitülerde "çocuğu merkeze alan" bir eğitim anlayışı ile "yurtseverlik"i bir arada görmektedir. Gerçek bir kişilik ise, çocuğun etkin olduğu bir yöntemle geliştirilebilecektir. Önce belirtildiği gibi Genelge bir ilkeler çerçevesi sunmakta, içeriğin doldurulması enstitülere bırakılmaktadır.
Köy Enstitüleri Öğretim Programı: 1943 - 1946
Köy Enstitüleri Öğretim Programı'nın başında yer alması gereken amaçlar, ilkeler ve açıklamalar bölümü, program yürürlüğe girdikten yaklaşık 6 ay sonra yayımlanan bir resmî belge ile de dile getirilmiştir. Bu belge, 19.6.1942 tarih ve 4274 sayılı Köy Okulları ve Enstitüleri Teşkilat Kanunu'nu açıklayıp yorumlayan İzahnamedir. Daha önce bazı alıntılar yaptığımız bu İzahname (Yönerge), yasaya, programa ve bütünüyle Köy Enstitüsü sistemine gerçek anlamını vermektedir. Tonguç, büyük olasılıklaçoğunluğu Köy Enstitüsü Sistemini içlerine sindiremeyen Talim ve Terbiye Kurulu'ndan böyle bir onay görmeyeceğini bildiği için, İzahnameyi kendisi ekibiyle hazırlamıştır. İyi de etmiştir. 30 Kasım 1943 tarihinde Tonguç'un parafı, Bakan Yücel'in imzasıyla yayımlanan bu belge, Köy Enstitülerinin tarihi açısından da büyük önem taşımaktadır (Köy Okulları ve Enstitüleri Teşkilat Kanunu ve İzahnamesi, 1943).
1943 tarihli Köy Enstitüleri Öğretim Programı'nda 5 yıl süre içerisinde okutulan derslerin çeşidi 29'dur. Bunların 17'si genel kültür ve meslek dersleri, 7'si tarım dersleri, 5'i de teknik (iş) derslerdir. Genel kültür ve meslek derslerinin haftalık toplam saati 22, tarım derslerinin 11, iş derslerinin de 11'dir. Yani zamanın yüzde 50'si "genel kültür ve meslek dersleri", yüzde 25'i "tarım", yüzde 25'i de "teknik" derslere ayrılmıştır. İlköğretmen okullarının haftalık ders saati toplamı 29 - 30 iken , Köy Enstitülerinin 44'tür. Bazı ara etkinlikler buna dahil değildir. Üstelik kuruluş süreci yaşayan Köy Enstitülerinin son derece yorucu bir çalışma temposu bulunmaktadır. Enstitüyü bitiren öğretmen adayının, birisi Tarım, öteki Teknik alanda olmak üzere iki "Ek Branş" ı olacaktır. Köy öğretmeni "diğer meslek erbabı" yetişinceye kadar, onların da görevlerini üstlenmektedir. Ancak, tarım ve teknik eğitimin amacı, sadece bu meslekleri icra ettirmek değil, bunun yanında köy okullarında iş eğitimini de yürütmektir.
1943 tarihli Köy Enstitüleri Öğretim Programı, ders dağıtım çizelgeleri ile başlamakta ve ders programları (içerikleri) ile sürmektedir. Ders programları "amaçlar" ve "konular"la kimi dersler için "metot" ya da "açıklamalar"dan oluşmaktadır. Bu açıklamaların, öteki ortaöğretim programlarından oldukça yeni bir bakış açısıyla yapıldığı görülür. Örneğin, 1938 tarihli, İlköğretmen Okulları Programı'nda yer alan Edebiyat; Köy Enstitüleri Öğretim Programı'nda "Türkçe" ; Pedagoji, Psikoloji, Terbiye Tarihi, Umumi Tedris Usulü, Hususi Tedris Usulü, Ders Tatbikatı, Sosyoloji dersleri, "Öğretmenlik Bilgisi" genel başlığı altında toplanmış ve bu dersler; Toplumbilim, Çocuk ve İş Ruhbilimi, Öğretim Metodu, Eğitim ve İş Eğitimi Tarihi adı altında düzenlenmiştir. Bu meslek derslerinin tümünün, "İş Eğitimi" anlayışı ile düzenlendiği görülmektedir (İlk Öğretmen Okulları Programı, 1938, S.9-34; Köy Enstitüleri Öğretim Programı, 1943, S.132-144).
Köy Enstitülerine, programın geliştirilmesinde olduğu gibi, uygulanmasında da geniş esneklikler tanınmıştır. Ders ve etkinlikler, çalışma koşulları, öğrencilerin yetkinlikleri, öğretmen ve usta öğreticilerin yeterliliği, iklim koşulları, olağanüstü durumların çıkması ve mevsimin gerektirdiği ekim-dikim işleri gibi nedenlerle yoğunlaştırılarak da uygulanabilecektir. Örneğin, kış gelemeden yatakhane, yol, köprü gibi yerler yapılacaktır. Öncelik yaşam hakkının korunması, can ve malın kurtarılmasındadır. Buna karşılık, kışın kurumsal kurumsal derslere daha çok zaman ayrılabilir. Ekin biçme zamanı kurumsal dersler ertelenebilir. Tüm bu nedenler, kimi derslerin yapılmamasını ya da eksik yapılmasını haklı kılmaz. Öğrencilere, yılda birbuçuk ay nöbetleşe "tatil" verilecektir (Köy Enstitüleri Öğretim Programı, 1943, S.1-9).
Kaynak :1. Dr. Niyazi Altunya, Köy Enstitüsü Sisteminin Düşünsel Temelleri, 2. Kuruluşunun 36. Yılında Köy Enstitüleri Özel Sayısı, Yeni Toplum, TÖB-DER Aylık Eğitim Bilim ve Sanat Dergisi, 1976

Köy ensitütülerinin tarihi

Köy Enstitüsü Hareketi ile ilgili gelişmeleri izleyebilmek için, önemli tarihleri satırbaşlarıyla anımsamak pratik yararlar sağlayabilir. Bunlar daha çok önemli düzenleme tarihleridir. Şöyle:
1935 yılında toplanan CHP Büyük Kurultayı, köye ağırlık verme politikasını benimsedi. Atatürk bu politikayı eğitim alanında yürütmek üzere, eski kurmayı Saffet Arıkan'ı Milli Eğitim Bakanı olarak görevlendirdi.
1935 yılında, İsmail Hakkı Tonguç, Bakan Arıkan tarafından MEB İlköğertim Genel Müdürlüğü'ne atandı. (Önce vekâleten, sonra asaleten)
(Saffet Arıkan, Atatürk'ün isteği ve geçerli bir köy eğitimi kurma direktifi ile Milli Eğitim Bakanlığı'na getirilmiş, çavuşlardan yararlanma ve "Eğitmen" sözcüğü de kendisi tarafından önerilmiştir. Yeni bakan, ilk iş olarak bu konuda yetkili ve güvenilir bir eğitken aramış, yakınlarınca önerilen bu işin gerçek adamını, İsmail Hakkı Tonguç'u bulmuştur.)
1936-37 öğretim yılında, Eskişehir Çifteler Devlet Çiftliğinde ilk Eğitmen Kursu açıldı. Bu kurs 6 ay kadar sürdü. (Kültür Bakanlığı Dergisi, Sayı 20-1, 1937)
Haziran 1937'de 3238 sayılı Köy Öğretmenleri Kanunu çıkarıldı; Eğitmen Kurslarının sayısı çoğaltıldı. 6 - 8 ay süreli bu kurslar, değişik illerde 1948 yılına kadar yinelendi.
1937-38 öğretim yılında Eskişehir / Çifteler ve İzmir / Kızılçullu'da iki Köy Öğretmen Okulu açıldı. Bunlara 1938-39 öğretim yılında Kırklareli / Kepirtepe, 1939-40 öğretim yılında da Kastamonu / Gölköy Köy Öğretmen Okulları eklendi.
7 Temmuz 1939 günü 3704 sayılı yasa çıkarılarak, Eğitmen Kursları ile yeni kurulacak Köy Öğretmen Okulları (Köy Enstitüleri) için arazi sağlandı ve bu kurumlara döner sermaye verildi.
17 Nisan 1940 günü 3803 sayılı Köy Enstitüleri Kanunu kabul edildi (17 Nisan günü, "Köy Enstitüleri Bayramı" olarak kutlanmaya başlandı). Köy Öğretmen Okulları, Köy Enstitülerine dönüştürüldü ve 1940-41 öğretim yılında 10 yeni Enstitü daha açıldı. Bu sayı 1945-46 öğretim yılına kadar 20'ye çıkarıldı; 1948-49 öğretim yılında bir tane daha açıldı.
19 Haziran 1942 gün ve 4274 sayılı Köy Okulları ve Enstitüleri Teşkilat Kanunu çıkarılarak, İlköğretim ve Köy Eğitimi Sistemi bütün ayrıntılarıyla düzenlendi. Bu yasa için, İlköğretim Genel Müdürlüğünce (Kuşkusuz Tonguç'un öncülüğünde) hazırlanıp 30.11.1943 günü ilgililere duyurulan Köy Okulları ve Enstitüleri Teşkilat Kanunu İzahnamesi ile Köy Enstitüsü sisteminin amacı, felsefesi, örgütlenişi, görevlerinin nitelikleri ve sorumlulukları ayrıntılarıyla belirlendi.
1942 yılında Ankara / Hasanoğlan Köy Enstitüsü'nde, Köy Enstitülerine öğretmen, yönetici, denetmen; ülkeye köy araştırmacısı yetiştirmek üzere, Köy Enstitülerinin en yetkin öğrencilerini alıp yetiştiren üç yıl süreli Yüksek Köy Enstitüsü açıldı.
Köy Enstitüleri Eğitim Programı 6 yıllık bir denemeden sonra, 1943 yılında yürürlüğe konuldu.
1945 yılında Bakanlar Kurulu kararı ile 1954 yılına kadar sürecek bir plan yapılarak, 10 yıllık bir İlköğretim Seferberliği ilan edildi.
1946 yılında yapılan genel seçim sonucunda CHP'nin tutucu kanadı iktidara ağırlığını koydu; Hasan Âli Yücel bakanlık görevinden ayrıldı, Tonguç ve ekibi de görevden uzaklaştırıldı.
1947 yılında Köy Enstitüsü Öğretim Programı ve Yönetmeliği değiştirilerek, öğrencilerin yönetime katılması, iş eğitimi gibi temel ilkeler ve etkinlikler kaldırıldı; mezunlara arazi ve teçhizat verme uygulaması sona erdirildi.
1947 yılı sonlarında Yüksek Köy Enstitüsü kapatılarak öğrencileri başka okullara nakledildi. Yüksek Köy Enstitüsü mezunlarından bazıları "solcu" oldukları gerekçesiyle, yedek subay okulunda, "çavuş" çıkarıldı.
1948 yılında Eğitmen Kurslarına son verildi ve birçok eğitmen de görevden uzaklaştırıldı.
1950'den sonra Köy Enstitülerinin kız öğrencileri ayrılarak, Kızılçullu ve Beşikdüzü Köy Enstitülerinde toplandı. Sonra Kızılçullu kapatılıp öğrencileri Bolu Kız Öğretmen Okuluna aktarıldı. Aynı yıllarda 4 enstitüdeki Sağlık Kolu kapatıldı.
1951 yılında Köy Enstitülerinin öğretim süresi 5 yıldan 6 yıla çıkarıldı.
1953 yılında Köy Enstitüleri Programı ile İlköğretmen Okullarının programları birleştirildi.
1954 tarih ve 6234 sayılı yasa ile Köy Enstitüleri, İlköğretmen Okulu'na dönüştürüldü.

16 Nisan 2008 Çarşamba

Türban ve Atatürk

TÜRBAN VE ATATÜRK
... Kimi yerlede kadınlar görüyorum ki, başına bir bez, ya da bir peştemal ya da benzer bir şeyler atarak yüzünü, gözünü gizler ve yanından geçen erkeklere karşı ya arkasını çevirir, ya da yere oturarak yumulur. Bu durumun anlamı, gösterdiği nedir? Efendiler uygar bir ulus anası, ulus kızı bu şaşırtıcı biçime, bu vahşi duruma girer mi? Bu durum ulusu çok gülünç gösteren bir görünüştür. Hemen düzeltilmesi gerekir."
Gazi Mustafa Kemal Atatürk

6 Nisan 2008 Pazar

Türkçeye Nasıl Fransız Kaldık?




Benin, Burkina Faso, Kamerun, Merkezi Afrika Cumhuriyeti, Çad, Kongo Cumhuriyeti, Kongo Demokratik Cumhuriyeti, Cibuti, Gabon, Guinea, Fildişi Sahili, Madagaskar, Mali, Moritanya, Nijerya, Ruanda, Senegal, Tago, Tunus ve Fas.
Sıraladığımız ülkelerin en belirgin ortak özelliği sorulmuş olsaydı, belki çoğumuzun aklına gelen ilk cevap “Bu ülkeler Afrika’da yer alıyor” olurdu. Evet doğru. Ama bir ortak özellikleri daha var ki, Afrika’da yer almak kadar belirgin ve ayırt edici: Frankofon ülkeler ailesine mensup olmaları.
Frankofon kelimesin aslı “La Francophonie.” Anlamı kısaca “Fransızca konuşan” demek. Uluslararası camiada “Frankofon Ülkeler” denilince, tıpkı yukarıdaki zikrettiğimiz ülkelerde olduğu gibi, 18 ülkede Fransızca resmî dil olarak kullanılıyor. Ayrıca 57 ülkede Fransızca ya ikinci dil, ya da yaygın olarak kullanılmakta.


Afrika’daki Fransızca konuşulan toplam yerleşim alanı ABD’den daha büyük. Bu ülkelerdeki toplam nüfus ise 254 milyon. Bu rakam ise çeyrek milyar insanın doğrudan veya dolaylı olarak Fransızcayı ortak iletişim aracı olarak kullandıkları anlamına geliyor. Kısaca bu kadar geniş bir alanın ve sayılmayacak kadar çok farklılıkların bulunduğu bir bölgenin ortak paydasını oluşturuyor Fransızca.
Kısaca “Frankofon” olma özelliği saydığımız bu ülkelerde yaşayan insanlar kendi öz dillerine “Fransız” kalmış durumdalar.

Peki ya biz?
Little Big, Big Star, Marko Delli, Conan Jeans, Lee, Weber Jeans ve Galila Restaurant, LC Waikiki, Rodi, Big Free, Tifanny, Cotton Shop, Benson Jeans, McDonald’s, Burger King, Pizza Hut, Domino’s Pizza, Carousel, Galleria, Capitol, Atrium, Carrefour, Groseri Market, Coiffeur Angle gibi telaffuzda bile zorlandığımız belki binlerce isim…
Rainbow Kasabı, Kadir Has Center, Dürüm Land, Cafe Beyzade, Galaxy Alışveriş Merkezi, Ev Shop, Yeşil Plaza, Vatan Computer gibi yarı Türkçe isimler…
CoonDra (Kundura), Mardini (Mardin), Velini (Veli), Efendy (Efendi), Eskidji (Eskici), Laila (Leyla), Kiosk (Köşk), Zift (Zift), Ramsey (Remzi) gibi Türkçeden bozma yabancı isimler…
Sakashi (Salih Kaya isminin ilk heceleri ile Japon malı havasını veren ‘shi’ eki), Yu-Ma-Tu (Yunus, Mahmut ve Tuncer isimli üç kardeşin isimlerinin ilk heceleri), BEMS (Baba, Emine, Mustafa ve Sabri isimlerinin ilk harfleri) gibi yabancı havası verilen isimler…
Sokaklarda, caddelerde gördüklerimiz, günlük konuşmalarımız, gazetemiz, dergimiz, yiyip–içtiğimiz pek çok şey yabancı. Ama bir gerçek var ki, biz artık o yabancı şeylere artık hiç de yabancı değiliz.

Yabancılaşma, artık hiç yadırganmaz durumda. Belki de kaçınılmaz veya sıradan görülüyor. Yabancılaşmanın veya gönüllü işgal altına girmenin temelinde yatan gerekçe veya gerekçeler hakkında epey madde sıralayabiliriz. Bizdeki yabancı hayranlığından, hayatın hemen her aşamasında yağmur misali karşımıza çıkmasına kadar yüzlerce sebep bulabiliriz.
Bu sebeplerin en önde gelenlerinden birisi, toplum olarak, bir şekildeki kullanımlarda çok istekli oluşumuz olsa gerek. Duyduğumuz yabancı bir kelimeyi kullanırken ilk birkaç denemede hafiften bir yabancılık çeksek de, çok geçmeden o kelimelerin Türkçe karşılıklarını unutuyoruz. Derken dildeki bu dönüşüm tabelalara da yansıyor. Tabelalar yabancılaştıkça, insanlarda daha fazla yabancı hayranlığı oluşuyor. Yabancı hayranlığı daha fazla yabancı kelime kullanmayı doğuruyor. Ve bir kısır döngü devam edip gidiyor. Şimdi bu kısır döngünün başladığı tarihlere doğru kısa bir seyahat yapalım.
İlânât

1838 yılında İngilizlerle yapılan Ticaret Sözleşmesi gereği, Osmanlı pazarlarına İngiliz malları hızla girmeye başladı. Kısa zamanda diğer Avrupa ülkeleriyle yapılan ticaret sözleşmeleri ile kumaşından işlenmiş derisine, mobilyasından züccaciyesine, hatta askerler ve devlet memurları için özel olarak üretilen kıyafetlere varıncaya kadar ürünler Osmanlı insanının önüne sunuldu. Adı geçen sözleşmeyle, Osmanlı toplumunu büyük bir pazar olarak gören Avrupalı tüccarlar, tıpkı Avrupa’da olduğu gibi Anadolu’da da bir tüketim toplumu oluşturmak için harekete geçmişlerdi. Bunun için Avrupa patentli ne varsa, gerekli-gereksiz demeden Osmanlı pazarlarına bu ürünleri taşımaya başladılar.

Avrupalı tüccarların kullandıkları en etkili yöntem o dönemlerde yayınlanan gazetelere reklâm vermek idi. O dönemin karşılığıyla “ilânât,” yani reklâmlar yoluyla kendi ürünlerini, üstelik kendi verdikleri isimlerle Osmanlı insanına çok geçmeden kabul ettirdiler. Piyano, çikolata, sigorta, mıknatıs, lokanta, vida, fanila, kablo, vapur, tiyatro, balkon gibi bize artık hiç yabancı gelmeyen kelimeler günlük hayatta sık sık kullanılmaya başladı. Hatta o günün insanlarınca bilinen “Medicamants Nouveoux” (Yeni İlâçlar) gibi ifadeler hiç çekinilmeden reklâmlarda kullanılıyordu.

Batılı tüccarların kendi ürünlerini tanıtmak ve markalarını zihinlerde yerleştirmek için o dönemde kullandıkları bir başka ilginç yöntem de mektupların kullanılmasıydı. Osmanlı topraklarındaki ticaretle uğraşan meslektaşlarına veya yakın dostlarına gönderdikleri mektupların üst kısımlarına, sattıkları ürünün ismi veya markasını da yapıştırıyorlardı.
Gazetelerden mektuplara kadar hemen her alanda Osmanlı sınırları içinde hızla yayılan yabancı ürünler ve markalar, yeni bir tabela kültürünü de ortaya çıkarmıştı. Vitrin camlarında, dükkânların tabelalarında gerek Arap harfleriyle, gerekse Latin harfleriyle yazılan isimler bambaşka bir dili günlük hayata yerleştirmeye başlamıştı. 19 Temmuz 1918 tarihini taşıyan ve İstanbul’da yayınlanan Yeni Mecmua isimli derginin, “Zavallı Türkçe” başlıklı başyazısında bu yeni dil şiddetle eleştiriliyordu. Yazı, belki o dönemin sadece Beyoğlu semtinde yaşananları aktarıyordu. Ama bugün ülkemizin kasabalarına, hatta köylerine varıncaya kadar gözlemlenen tabloyu aynen aktarıyor gibi. Bazı ifadeleri aktaralım:

“Bizim memlekette en az bilinen, sarfu nahvi her gün hırpalanan bir lisan varsa Türkçe’dir. Bunu mübalâğa mı zannediyorsunuz? O halde biraz etrafınıza göz gezdiriniz. Mağazaların yekpare iri camları üstündeki yazılı satırlara, duvarlara yapıştırılmış sarı, mor, pembe kâğıtlı ilânların kocaman harflerine… Beyoğlu’ndaki kibar moda mağazalarının ucuzluk ilânlarına bakınız.”
Reklâmlar yoluyla yeni teknolojiler ve yeni ürünlerle birlikte, Osmanlı toplumuna yeni anlayışlar, yeni alışkanlıklar, kısacası yeni yaşama biçimleri de gelmişti. Gelen bir şey daha vardı: Yeni bir dil.

Batılı tüccarlar ürünlerine olan güveni sağlayabilmek için, insanımızda o dönemlerde filizlenmeye başlayan Batı hayranlığını çok iyi kullandılar. Duvar kâğıtları, çatal-kaşık, dikiş makinesi, züccaciye, giyim-kuşam, yeni teknolojik ürünler reklâmlar aracılığıyla ballandıra ballandıra anlatılırken, bu ürünleri kullanmanın çok önemli bir saygınlık kaynağı olduğu vurgulanıyordu. Bir ürün tanıtılırken hangi ülkede üretildiği de mutlaka söylenenler arasındaydı. İngiliz veya Alman malı olduğu, Fransa’dan veya Amerika’dan getirildiği belirtilmeden geçilmiyordu. Artık insanlar aldıkları bir ürünü yakınlarına büyük bir gurur içinde, “Frengistan malı,” “nev icad,” “yeni icad,” “Avrupa işi” ve “dünyaca ünlü” gibi ifadelerle anlatmaya başlamışlardı. Ve artık görülen her bir

yeni ürün “Vay be, adamlar ne güzel yapmışlar!” sözleriyle yâdedilir oldu.

Neler değişti?

Bir zamanlar yabancı isim ve markaları gazetelerde, duvar afişlerinde, dükkânların tabela ve vitrinlerinde gören insanımız, 1950 yılından itibaren radyonun yaygınlaşmasıyla daha fazla markayla tanışma fırsatı buldu. Tanıştığı her yabancı marka insanımızın Batı hayranlığını daha da arttırdı. Bu hayranlığa paralel olarak, lüzumlu–lüzumsuz ayırdetmeksizin daha fazla Batılı ürün piyasalara sürüldü. 1970’li yıllarda yavaş yavaş yaygınlaşan televizyon yayını yine aynı yönde hizmet etti. 24 Ocak 1980 tarihi, hem reklâmcılık açısından, hem de yabancı markaların daha da yaygınlaşması açısından çok önemli dönüm noktalarından birisi oldu. Bu tarihte alınan ekonomik kararlar çerçevesinde, ülke içinde yabancı yatırımların gerçekleşmesine yönelik önemli imkânlar sunuluyordu. Kısa zamanda pek çok yabancı firma Türkiye’de yatırım yaptı. İç piyasada daha fazla yer etmek isteyen bu firmalar basın yoluyla yoğun bir reklâm faaliyetine giriştiler. Bu yarış 1990’lı yıllarda hızla çoğalan özel televizyon kanallarıyla iyice kızıştı. Bu reklâm yarışına paralel olarak insanlardaki yabancı markalara olan hayranlığı, bu hayranlık da cadde ve sokaklardaki yabancı isimli dükkân, mağaza, market, kasap, saatçi, kırtasiyeci, ayakkabıcı ve daha pek çok satış yerini hızla arttırdı.
Türkçeye Fransız kaldık

Artık 2000’li yıllardayız. Yabancı marka hayranlığının ve kullanımının sonu ne zaman gelecek diye merak etme fırsatı dahi bulamadan, bu kez devreye internet girdi. Sokaklarda, caddelerde gördüklerimiz, günlük konuşmalarımız, gazetemiz, dergimiz, yiyip–içtiğimiz pek çok şey yabancı. Ama bir gerçek var ki, biz artık o yabancı şeylere hiç de yabancı değiliz.

15 Mart 2008 Cumartesi

18mart ÇANAKKALE ZAFERLERİ

Çanakkale Savaşlarında 253.000 şehit veren Türk milleti onurunu, İtilaf Devletlerine karşı korumasını bilmiştir. Mustafa Kemal’in, askerlerine “Ben size taarruzu emretmiyorum, ölmeyi emrediyorum!” emri savaşların kaderinin değişmesinde önemli rol oynamıştır.
Çanakkale İngiliz Başkomutanı General Hamilton, İngiltere Harbiye Başkanlığına yazdığı yazıda Mustafa Kemal’in yüce komutanlığını şöyle övmektedir :
“İngiltere Harbiye Başkanlığına,
niçin geriye çekildiğimizi soruyorsunuz, bütün gerçeği tüm açıklığı ile size bildirmek isterim : Çok cesur muharebe eden, en iyi sevk ve idare edilen asil Türk ordusunun ve Albay Mustafa Kemal gibi dahi bir komutanın karşısında bulunuyoruz. Bunu hiçbir zaman unutmayalım.”

General Hamilton
Çanakkale İngiliz Başkomutanı
17.08.1915

ATATÜRK :
Benimle beraber burada muharebe eden bütün askerler kesin olarak bilmelidir ki bize verilen namus görevini eksiksiz yapmak için bir adım geri gitmek yoktur. Uyku, dinlenme aramanın, bu dinlenmeden yalnız bizim değil, bütün milletimizin sonsuza kadar mahrum kalmasına sebep olacağını hepinize hatırlatırım.

3 Mayıs 1915 / Arıburnu

MUSTAFA KEMAL’İN YÜCE MİLLETİMİZE BAĞIŞLANDIĞI AN
( Kendisi anlatıyor. )

10 Ağustos 1915. Conkbayırı’nı almak ve bütün boğaza hakim olmak için İngilizler 20.000 kişilik bir kuvvetle günlerce kazdıkları siperlere yerleşmişler, hücum anını bekliyorlardı. Gecenin karanlığı tamamen kalkmış, tan ağarmak üzereydi. 8. Tümen komutanı ve diğer subaylarımı çağırdım.
Mutlaka düşmanı mağlup edeceğimize inanıyorum. Ancak siz acele etmeyin, evvela ben ileri gideyim, size ben kırbacımla işaret verdiğim zaman hep birlikte atılırsınız. Bu durumdan askerlerini de haberdar etmelerini istedim. Hücum baskın tarzında olacaktı. Sakin adımlarla ve süzülerek düşmana 20 – 30 metre yaklaştım. Binlerce askerin bulunduğu Conkbayırı’nda çıt çıkmıyordu. Dudaklar sessizce bu sıcak gecede dua ediyordu. Kontrol ettim. Kırbacımı başımın üstünde kaldırıp çevirdim ve birden aşağı indirdim. Saat 04.30’da kıyametler kopmuştu. İngilizler neye uğradıklarını şaşırmıştı. Allah Allah sesleri bütün cephelerde, karanlıkta gökleri yırtıyordu.
Her taraf duman içinde ve heyecan her yere hakim olmuştu. Düşmanın topçu ateşi gülleleri büyük çukurlar açıyor, her tarafa şarapnel ve kurşun yağıyordu. Büyük bir şarapnel parçası tam kalbimin üzerine çarptı, sarsıldım, elimi göğsüme götürdüm, kan akmıyordu. Olayı Yarbay Servet Bey’den başka kimse görmemişti. Ona parmağımla susmasını emrettim. Çünkü vurulduğumun duyulması cephelerde panik yaratabilirdi. Kalbimin üzerinde cebimde bulunan saat paramparça olmuştu. O gün akşama kadar birliklerin başında daha hırslı olarak çarpıştım. Yalnız bu şarapnel vücudumda, kalbimin üzerinde aylarca gitmeyen derin bir kan lekesi bırakmıştı.
Aynı gün gece, yani 10 Ağustos günü, beni mutlak ölümden kurtaran ve parçalanan saatimi Ordu Komutanı Liman von Sanders Paşaya hatıra olarak verdim. Çok şaşırmış, heyecanlanmıştı. Kendileri de altın cep saatini bana hediye ettiler.
Bu hücumlarda İngilizler binlerce ölü bırakarak tamamen geri çekildi ve Çanakkale’nin geçilemeyeceğini iyice anlamış oldular.
Mustafa Kemal
NOT :
- Liman von Sanders’in 10 Ağustos 1915 gecesi Mustafa Kemal’e hediye ettiği altın saat Anıtkabir Müzesinde bulunmaktadır.
- Mustafa Kemal’in kalbinin üzerinde parçalanan saat Almanya’da Soudus aile koleksiyonundadır.
- Yukarıdaki anı, Ruşen Eşref Ünaydın ve A.Afetinan’dan alınmıştır.

MEHMETÇİĞİN ÇANAKKALE SAVAŞI’NI KAZANDIRAN YÜKSEK KARAKTERİ
( Kendisi anlatıyor. )

Bombasırtı olayı ( 14 Mayıs 1915 ) çok önemli ve dünya harp tarihinde eşine rastlanması mümkün olmayan bir hadisedir. Karşılıklı siperler arasındaki mesafe 8 metre, yani ölüm muhakkak. Birinci siperdekilerin hiç birisi kurtulamamacasına hepsi düşüyor. İkinci siperdekiler yıldırım gibi onların yerine gidiyor. Fakat ne kadar imrenilecek bir soğukkanlılık ve tevekkülle biliyor musunuz? Bomba, şarapnel, kuşun yağmuru altında öleni görüyor, üç dakikaya kadar öleceğini biliyor ve en ufak bir çekinme bile göstermiyor. Sarsılma yok. Okuma bilenler Kur’anıkerim okuyor ve cennete gitmeye hazırlanıyor. Bilmeyenlerse kelimeişahadet getiriyor ve ezan okuyarak yürüyorlar. Sıcak, cehennem gibi kaynıyor. 20 düşmana karşı her siperde bir nefer süngüyle çarpışıyor. Ölüyor, öldürüyor. İşte bu Türk askerindeki ruh kuvvetini gösteren dünyanın hiçbir askerinde bulunmayan tebriğe değer bir örnektir. Emin olmalısınız ki Çanakkale muharebelerini kazandıran bu yüksek ruhtur.
Mustafa Kemal


ÇANAKKALE ŞEHİTLERİ
Bomba şimşekleri beyninden inip her siperin
Sönüyor göğsünün üstünde o arslan neferin.
Ölüm indirmede gökler, ölü püskürmede yer,
O ne müthiş tipidir, savrulur enkazı beşer.

Boşanır sırtlara, vadilere, sağnak sağnak.
Kafa göz,gövde,bacak,kol,çene,parmak,el ayak
Vurulup, tertemiz alnından, uzanmış yatıyor,
Bir hilal uğruna yarap ne güneşler batıyor.

Ey bu topraklar için toprağa düşmüş asker
Gökten ecdat inerek öpse o pak alnı değer.
Sana dar gelmeyecek makberi kimler kazsın?
Gömelim gel seni tarihe desem sığmazsın.
M.AkifERSOY


BİR YOLCUYA
Dur yolcu! bilmeden gelip bastığın
Bu toprak, bir devrin battığı yerdir.
Eğil de kulak ver, bu sessiz yığın
Bir vatan kalbinin attığı yerdir.

Bu ıssız, gölgesiz yolun sonunda
Gördüğün bu tümsek, Anadolu'nda
İstiklal uğrunda, namus yolunda
Can veren Mehmet'in yattığı yerdir.

Bu tümsek, koparken büyük zelzele,
Son vatan parçası geçerken ele,
Mehmet'in düşmanı boğduğu sele
Mübarek kanının kattığı yerdir.

Düşün ki, haşre dek kemiğin, etin
Yaptığı bu tümsek, amansız çetin
Bir harbin sonunda bütün milletin
Hürriyet zevkini tattığı yerdir.
Necmettin Halil ONAN

12 Mart 2008 Çarşamba

12 mart istiklal marşımızın kabulü

İSTİKLAL MARŞI
İSTİKLAL MARŞI *.mp3 (985 kb) (*)
Korkma, sönmez bu şafaklarda yüzen al sancak;
Sönmeden yurdumun üstünde tüten en son ocak.
O benim milletimin yıldızıdır, parlayacak;
O benimdir, o benim milletimindir ancak.

Çatma, kurban olayım, çehreni ey nazlı hilal!
Kahraman ırkıma bir gül! Ne bu şiddet, bu celal?
Sana olmaz dökülen kanlarımız sonra helal...
Hakkıdır, hakk'a tapan, milletimin istiklal!

Ben ezelden beridir hür yaşadım, hür yaşarım.
Hangi çılgın bana zincir vuracakmış? Şaşarım!
Kükremiş sel gibiyim, bendimi çiğner, aşarım.
Yırtarım dağları, enginlere sığmam, taşarım.

Garbın afakını sarmışsa çelik zırhlı duvar,
Benim iman dolu göğsüm gibi serhaddim var.
Ulusun, korkma! Nasıl böyle bir imanı boğar,
'Medeniyet!' dediğin tek dişi kalmış canavar?

Arkadaş! Yurduma alçakları uğratma, sakın
.Siper et gövdeni, dursun bu hayasızca akın.
Doğacaktır sana va'dettiği günler hakk'ın...
Kim bilir, belki yarın, belki yarından da yakın.

Bastığın yerleri 'toprak!' diyerek geçme, tanı:
Düşün altında binlerce kefensiz yatanı.
Sen şehit oğlusun, incitme, yazıktır, atanı:
Verme, dünyaları alsan da, bu cennet vatanı.

Kim bu cennet vatanın uğruna olmaz ki feda?
Şuheda fışkıracak toprağı sıksan, şuheda!
Canı, cananı, bütün varımı alsın da hüda,
Etmesin tek vatanımdan beni dünyada cüda.

Ruhumun senden, ilahi, şudur ancak emeli:
Değmesin mabedimin göğsüne namahrem eli.
Bu ezanlar-ki şahadetleri dinin temeli,
Ebedi yurdumun üstünde benim inlemeli.

O zaman vecd ile bin secde eder -varsa- taşım,
Her cerihamdan, ilahi, boşanıp kanlı yaşım,
Fışkırır ruh-i mücerred gibi yerden na'şım;
O zaman yükselerek arşa değer belki başım.

Dalgalan sen de şafaklar gibi ey şanlı hilal!
Olsun artık dökülen kanlarımın hepsi helal.
Ebediyen sana yok, ırkıma yok izmihlal:
Hakkıdır, hür yaşamış, bayrağımın hürriyet;
Hakkıdır, hakk'a tapan, milletimin istiklal!

Mehmet Akif ERSOY

(*) T.C. Kültür ve Turizm Bakanlığı Güzel Sanatlar Genel Müdürlüğü Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası & Devlet Çoksesli Müzik Korosu Şef Rengim Gökmen (Bit Değeri 128kbps, 2 Kanal (stereo), Ses Örnekleme 44khz)

İSTİKLAL MARŞI’NIN KABULÜ
23 Nisan 1920 günü Meclis açılmış. İstiklal harbi başlamış. Ordularımız, Anadolu'yu işgal edenlerle savaşıyor. Yunan ordusu Ankara yakınlarına kadar ilerlemiş. Meclis bu ortamda, yeni kurulan Türk Devleti için bir İstiklal Marşı hazırlatmak istiyor. 1920 yılı sonlarında bu amaçla bir şiir yarışması açılıyor.
Katılımcılara 6 ay süre veriliyor.
İstiklal Marşı yarışmasına bu süre içerisinde tam 724 şiir gönderiliyor. O zamanki adıyla Maarif Vekaleti, yani Milli Eğitim Bakanlığı, bu şiirleri değerlendirmek için bir komisyon kuruyor. O dönemin Türkiye'sinde iletişim olanaklarının neredeyse sıfır olduğu bir ülkede yarışmaya katılan 724 şiir tek tek okunuyor, içlerinden 6 şiir elemeyi geçip Meclis Matbaası tarafından bastırılıyor ve milletvekillerine dağıtılıyor.
Ayrıca kazanan şiir için 500 lira ödül var. O zaman için çok büyük bir para.
O sırada Maarif Vekili olan Hamdullah Suphi (Tanrıöver), Ankara' da yaşayan ve aynı zamanda milletvekili olan ünlü şairimiz Mehmet Akif (Ersoy)' dan da bir şiir istiyor.
Bunun üzerine Mehmet Akif Bey "Ben mebusum (milletvekiliyim), müsabakaya katılmam. Ayrıca bir şiir yazıp size veririm" diyor.
Evinde yazmaya başlıyor ve "Kahraman ordumuza" ithaf ettiği şiir bittiğinde, Maarif Vekaleti' ne teslim ediyor.
Böylece yarışmaya 7. şiir de katılmış oluyor.
Müsabaka sonuçlanıyor. Mehmet Akif Bey' in şiiri Meclis kürsüsünden Maarif Vekili Hamdullah Suphi Bey tarafından büyük bir coşkuyla okunuyor.
Büyük tezahürat ve alkışlar arasında ve oybirliği ile İstiklal Marşı olarak kabul ediliyor.
Tarih 12 Mart 1921.
İstiklal Marşı şiiri kabul edildikten hemen sonra, kürsüden bir kez daha okunuyor ve bütün milletvekilleri bu kez ayakta dinliyor. Meclis yetkilileri birkaç gün sonra Mehmet Akif Bey' e 500 liralık para ödülünü vermeye geliyorlar. Almayı reddediyor.
"Ben müsabakaya girmedim. Bu para benim hakkım değildir ve bana ait değildir" diyor.
Meclis yetkilileri ısrar ediyor. "Bu parayı kasamızda tutamayız. Siz alın, isterseniz bir yere bağışlayın" diyorlar.
Mehmet Akif Bey bunun üzerine parayı alıyor ve hastanede yatmakta olan gazilerimize bağışlıyor.

İSTİKLAL MARŞI’NIN ŞAİRİ
Mehmet Akif Ersoy 1873 yılında İstanbul’da doğdu. 27 Aralık 1936’da aynı kentte vefat etti.
Mehmet Akif ilköğrenimine Fatih'te Emir Buharî mahalle mektebinde başladı. Maarif Nezareti'ne bağlı iptidaîyi ve Fatih Merkez Rüştiyesi'ni bitirdi. Bunun yanı sıra Arapça ve İslami bilgiler alanında babası tarafından yetiştirildi. Rüştiye'de "Hürriyetçi" öğretmenlerinden etkilendi. Türkçe, Arapça, Farsça, ve Fransızca bilgisiyle dikkati çekti. Mekteb-i Mülkiye'nin idadi (lise) bölümünde okurken şiirle uğraştı. Edebiyat hocası İsmail Safa'nın izinden giderek yazdığı mesnevileri şair Hersekli Arif Hikmet Bey övgüyle karşıladı.
Babasının ölümü ve evlerinin yanması üzerine mezunlarına memuriyet verilen bir yüksek okul seçmek zorunda kaldı. 1889'da girdiği Mülkiye Baytar Mektebi'ni 1893'te birincilikle bitirdi. Ziraat Nezareti (Tarım Bakanlığı) emrinde geçen yirmi yıllık memuriyeti sırasında veteriner olarak dolaştığı Rumeli, Anadolu ve Arabistan'da köylülerle yakın ilişkiler kurma olanağı buldu. İlk şiirlerini Resimli Gazete'de yayımladı. 1906'da Halkalı Ziraat Mektebi ve 1907'de Çiftçilik Makinist Mektebi'nde hocalık yaptı. 1908'de Dârülfünûn Edebiyat-i Umûmiye hocalığına tayin edildi. İlk şiirlerinin yayımlanmasını izleyen on yıl boyunca hiçbir şey yayımlamadı.
1908'de II. Meşrutiyet'in ilanıyla birlikte Eşref Edip'in çıkardığı Sırat-ı Müstakim ve sonra Sebilürresad dergilerinde sürekli yazılar yazmaya, şiirler ve çağdaş Mısırlı İslam yazarlarından çeviriler yayımlamaya başladı. 1913'te Mısır'a iki aylık bir gezi yaptı. Dönüşte Medine'ye uğradı.
Bu gezilerde İslam ülkelerinin maddi donatım ve düşünce düzeyi bakımından Batı karşısındaki zayıflıkları konusunda görüşleri pekişti. Aynı yılın sonlarında Umur-u Baytariye müdür muavini iken memuriyetten istifa etti. Bununla birlikte Halkalı Ziraat Mektebi'nde kitabet ve Darülfünun’da edebiyat dersleri vermeye devam etti. İttihat ve Terakki Cemiyeti'ne girdiyse de cemiyetin bütün emirlerine değil, sadece olumlu bulduğu emirlerine uyacağına dair and içti.
I. Dünya Savaşı sırasında İttihat ve Terakki Cemiyeti'nin gizli örgütü olan Teşkilât-ı Mahsusa tarafından Berlin'e gönderildi. Burada Almanların eline esir düşmüş Müslümanlar için kurulan kampta incelemeler yaptı. Çanakkale Savaşı'nın akisini Berlin'e ulaşan haberlerden izledi. Batı uygarlığının gelişme düzeyi onu derinden etkiledi.
Yine Teşkilât-ı Mahsusa'nın bir görevlisi olarak çöl yoluyla Necid'e ve savaşın son yılında profesör İsmail Hakkı İzmirliyle birlikte Lübnan'a gitti. Dönüşünde yeni kurulan Dâr-ül Hikmetül İslâmiye adlı kuruluşun başkâtipliğine getirildi.
Savaş sonrasında Anadolu'da başlayan ulusal direniş hareketini desteklemek üzere Balıkesir'de etkili bir konuşma yaptı. Bunun üzerine 1920'de Dâr-ül Hikmet'teki görevinden alındı. İstanbul Hükümeti Anadolu'daki direnişçileri yasa dışı ilan edince Sebilürresad dergisi Kastamonu'da yayımlanmaya başladı ve Mehmet Akif bu vilayette halkın kurtuluş hareketine katkısını hızlandıran çalışmalarını sürdürdü.
Nasrullah Camii'nde verdiği hutbelerden biri Diyarbakır'da çoğaltılarak bütün ülkeye dağıtıldı.
Burdur mebusu sıfatıyla TBMM'ye seçildi. Meclis'in bir İstiklâl Marşı güftesi için açtığı yarışmaya katılan 724 şiirin hiçbiri beklenilen başarıya ulaşamayınca maarif vekilinin isteği üzerine 17 Şubat 1921'de yazdığı İstiklal Marşı, 12 Mart'ta birinci TBMM tarafından kabul edildi. Mehmet Akif Ersoy 27 Aralık 1936'da İstanbul'da öldü.
Mehmet Akif'in 1911'de 38 yaşında iken yayımladığı ilk kitabı Safahat bağımsız bir edebi kişiliğin ürünüdür. Fransız romantiklerinden Lamartine'i Fuzuli kadar, Alexandre Dumas Fils'i Sâdi kadar sevdiğini belirten şair, bütün bu sanatçıların uğraşı alanlarına giren manzum hikâye biçimini kendisi için en geçerli yazı olarak seçmiştir. Ancak, sahip olduğu köklü edebiyat kaygısı onun yalınkat bir manzumeci değil, bilinçle işlenmiş ve gelişmeye açık bir şiir türünün öncüsü olmasını sağlamıştır. Mehmet Âkif'in şiir anlayışı Batılı, hatta o dönemde Batı'da bile örneklerine az rastlanacak ölçüde gerçekçidir.
Konuşma diline yaşlandığı için kolayca yazılıvermiş izlenimi veren şiirleri biçime ilişkin titiz bir tutumun örnekleridir. Hem aruzdan doğan bağların üstesinden gelmiş, hem de şiirin bütününü kapsayan bir iç musiki düzenini gözetmiştir.
Dilde arılaşmadan yana olan tutumunu her şiirinde biraz daha yalın bir söyleyişi benimseyerek somutlukla ortaya koymuştur. Mehmet Akif geleneksel edebiyatın olduğu kadar, Batı kültürünün değerleriyle etkileşimi kabul eder, ancak Doğu'ya ya da Batı'ya öykülenmeye şiddetle karşı çıkar.
Çünkü her edebiyatın doğduğu toprağa bağlı olmakla canlılık kazanabileceği ve belli bir işlevi yerine getirmedikçe değer taşımayacağı görüşündedir. Gerçekle uyum içinde olmayı her şeyin üstünde tutar.
Altı yüzyıllık seçkinler edebiyatının halktan uzak düştüğü için bayağılaştığına inanır. İçinde yaşanılan toplumun özellikleri göz önüne alınmadan Batılı yeniliklere öykünmenin doğrudan doğruya edebiyata zarar vereceği anlayışına bağlı kalarak "Sanat sanat içindir" görüsüne karşı çıkmış, "Libas hizmetini, gıda vazifesini" gören bir şiiri kurma çabasına girişmiştir. Bu yüzden toplumsal ve ideolojik konuları şiir ile ve şiir içinde tartışma ve sergileme yolunu seçmiştir. Bütün çıplaklığıyla gerçeği göstermekteki amacı okuyucusunu insanların sorunlarına yöneltmektir.
Bu kaygıların sonucu olarak yoksul insanların gerçek çehreleriyle yer aldığı şiirler Türk edebiyatında ilk kez Mehmet Akif tarafından yazılmıştır. Mehmet Akif şiirinin yaşadığı dönemde ve sonrasında önemini sağlayan bu gerçekçi tutumudur. Bu şiirde düş gücünün parıltısı yerini gözle görülür, elle tutulur bir yapıya bırakmıştır.
Şairin nazım diline bu dilin özgül niteliğini bozmaksızın elverişli olduğu gelişmeyi kazandırması, aruz veznini yumuşatmayı, başarmasıyla mümkün olmuştur.
Bu aynı zamanda Türkçe'nin şiir söylemedeki olanaklarının ne ölçüde geniş olduğunu göstermesi demektir.
Mehmet Akif dilin toplumsal kimliğini öne çıkarmış, üslupta öz günlük ve kişiselliğe ulaşmıştır. Yenilikçi bir şair olarak, yaşadığı dönemde görülen ölçüsüz yenilik eğiliminin bozucu etkilerine, ölçüsü işleviyle bağlantılı bir şiir kurmak suretiyle sinir çekmeye çalışmıştır.

23 Şubat 2008 Cumartesi

Şeyh Sait isyanı ve laikliğin önemi


ŞEYH SAİT İSYANI VE LAİKLİĞİN ÖNEMİ
Şeyh Sait İsyanı ve Tetikleyicileri:
Zafer kazanılıp Cumhuriyet ilan edilmişti, genç ve yeni Türk Devleti pek çok alanda atılım yapmış, devrim hareketlerine girişmişti. Ancak Gazi Mustafa Kemal ile yakın arkadaşları arasında anlaşmazlıklar başlamıştı. Bu anlaşmazlıklar temelde saltanat ve hilafetin kaldırılması ile laikliğin gerçekleştirilmesi noktalarından çıkmıştır.Türk zaferinde büyük emeği olan önemli komutanların öncülüğünde bu noktalardan hareketle 17 Kasım 1924’de Terakkiperver (İlerici) Cumhuriyet Partisi kurulmuştur. Partinin ana teması “Parti dinsel düşünce ve inançlara saygılıdır.” olmuştur. Kimse kimsenin dinsel düşünce ve inançlarına karışmadığı bir ortamda bunu Cumhuriyeti daha da ileriye götürmek adına söylemek düşündürücüdür. Partinin benimsediği bir başka ilke, özgürlükçülük ve halk egemenliğini kabul etmek ancak bunların kendiliğinden gelişimi kuralına bağlı kalmaktı. TBMM’de etkin olmayan parti meclis dışına taşarak basın-yayın organlarının de etkisiyle kısa sürede saltanat ve hilafet yanlıları ile Cumhuriyet karşıtlarını bünyesinde toplamıştır. İnkılâp hareketlerinin karşısında duran bu parti, şüphesiz İngilizlerin de işine yaradı. İngilizler Musul’u bize bırakmak istemiyor ayrıca Doğu’da da bizden toprak koparmak istiyorlardı. Bunun için kandırdıkları kişileri Doğu Anadolu’da ajan olarak kullanıyorlardı. Burada dağılan Kürt Teali (Yükseltme) Cemiyetinin uzantılarının faaliyetlerine halen devam ettiğini de belirtmek isterim. Osmanlı’nın önem vermediği Doğu yurdun en geri ve en cahil yeri olmuş ve bu da oradakilerin dini duygularını sömürmeyi daha kolay kılmıştır. Terakkiperver Cumhuriyet Partisi’nin ilk şubesi de Urfa’da açılmıştı. Doğu’da Kürt Devleti kurmak isteyen İngilizlerin ajanları partinin içine sızmış, halkı bölücülük yapmaya ve din, iman elden gidiyor diyerek harekete geçmeye çağırıyorlardı. Partinin ilke ve söylemleri de bu yöndeki propagandaları kolaylaştırmıştı. Nihayetinde yörede tanınmış ve etkili bir isim olan Şeyh Sait’in öncülüğünde Şeyh Sait İsyanı 13 Şubat 1925’da Doğu Anadolu’da Piran’da başladı. İlerleyerek kuzeyde Erzurum, güneyde Diyarbakır önlerine dek gelen isyancılar üzerlerine giden birlikleri yendiler. Başbakanlığa getirilen İsmet Paşa ile Genelkurmay Başkanı Fevzi Çakmak gerekli hazırlıkları yapıp bazı bölgelerde sıkıyönetim ilan edildikten sonra Nisan sonuna kadar ayaklanma bastırıldı. Şeyh Sait ve isyancı elebaşları İstiklal Mahkemelerinde yargılanarak, hak ettikleri cezalara çarptırıldılar. Ata’nın nutkunda programını en hain kafaların ürünü olarak nitelendirdiği ve yurtta can kıyıcıların, gericilerin sığınağı ve dayanağı olduğunu söylediği Terakkiperver Cumhuriyet Partisi 5 Haziran 1925’de ayaklanmadaki rolü nedeniyle kapatılmıştır. Şeyh Sait İsyanı Musul’a harekât hazırlığında olan Türk ordusunu meşgul etmiş ve yıpratmış, genç Cumhuriyet rejimini ve ülkenin bütünlüğünü tehdit etmiştir. Din ve dini duyguların sömürülmesinin ve de çıkarlara alet edilmesinin bir örneği olan bu isyan, Musul davasında ülkemizi zora sokan ve İngilizlerin elini güçlendiren niteliğiyle; Terakkiperver Cumhuriyet Partisi de İngilizlerin Musul ve Doğu Anadolu’daki emellerine alet oluşuyla tarihe düşen kara birer lekedir. İşte Laiklik tamda bu noktada varlılığın gerekliliğini kanıtlamaktadır.Şunu da belirtmek gerekir ki, bu isyan yurt çapında eğitim ve öğretim alanında bir atılım yapılması ile yurdun her yöresinde kalkınmanın önemini göstermiş; cehaletin ve geri kalmışlığın ortaya çıkarabileceği durumları da ortaya koymuştur. Genç ve yeni Türk Devleti eşsiz liderinin önderliğinde bu eksik yönlerde harekete geçmiştir. Laiklik ve Anayasaya GirişiLaiklik Türk inkılâbının temel taşıdır ve Türk inkılâbının mihveri olmuştur. Türkiye Cumhuriyeti bütün İslam dünyası içinde laikliği tam olarak gerçekleştirebilmiş ilk ve tek ülkedir. Laiklik 5 Şubat 1937’de Anayasamıza girmiştir. Laikliği iki alt başlıkta inceleyebiliriz: -Din hürriyeti -Din ile devlet işlerinin birbirinden ayrılmasıDin hürriyeti vicdan ve ibadet özgürlüklerini içerir. Anayasanın 24. maddesi bu özgürlükleri güvence altına almıştır. Bu madde “Herkes vicdan, dini inanç ve kanaat hürriyetine sahiptir.” demekte ve bireylerin istediği bir dini benimseme ya da herhangi bir dini benimsememe hürriyetine sahip olduğunu açıkça belirtmektedir. Yine bu hükmün bir garantisi olarak aynı maddede “Kimse ibadete, dini ayin ve törenlere katılmaya, dini inanç ve kanaatlerini açıklamaya zorlanamaz; dini inanç ve kanaatlerinden dolayı kınanamaz ve suçlanamaz.” denmektedir. Kişinin vicdanına hiç kimse hiçbir kurum müdahale edemez. Anayasamız devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğünü bozmayı ve insan haklarına dayanan demokratik ve laik Cumhuriyeti ortadan kaldırmayı amaçlamadığı sürece; ibadet, dini ayin ve törenleri serbest bırakmıştır.Görüldüğü gibi laiklik dini engelleyen, inkâr eden bir anlayış değil, aksine din hürriyeti ile bunun gereği vicdan ve ibadet özgürlüğünün teminatıdır.Din ve devlet işlerinin birbirinden ayrılmasını dört maddede irdeleyebiliriz. Bunlar:1-Resmi devlet dininin olmaması: 1924 Anayasası’nda 1928 yılında yapılan değişiklikle “Devletin dini, din-i İslam’dır.” ifadesi Anayasadan çıkartılmıştır. Devletin resmi dini olmaması dinsiz devlet demek değil, tam tersine her dine, her inanca saygılı devlet demektir. Laik devlet bir dinin kurallarını vatandaşlarına benimsetmek için faaliyette bulunup, zorlayıcı olamaz.2-Tüm dinlerin mensuplarına devletçe eşit davranılması: Devletin hangi dine, hangi inanca sahip olursa olsun tüm vatandaşlarına kanun önünde eşit davranmasıdır. Anayasamızın Kanun Önünde Eşitlik başlıklı 10. maddesi; dil, ırk, renk, cinsiyet, siyasi düşünce, felsefi inanç, din ve mezhep gibi sebeplerle ayrım yapılmaksızın herkesin kanun önünde eşit olduğunu belirtmiştir.3-Din ve devlet kurumlarının birbirinden ayrılması: Laik devlet gerek dine bağlı devlet, gerekse devlete bağlı din sistemlerini reddeden, din ile devlet işlerini bütünüyle birbirinden ayıran yönetim sistemi olduğuna göre devlet kurumları devlet fonksiyonunu din kurumları da din fonksiyonunu icra ederler.4-Devlet yönetiminde din kurallarının etkisizliği: Elbette laik devlette devlet yönetimi din ve dini kurallara değil toplumsal ihtiyaç, akılcılık ve bilime dönük olmalıdır. Bunun iki yolu vardır. İlki devlet işlerinin din kurallarına uygun olma gibi bir zorunluluğun bulunmaması, diğeri de devlet yönetiminde bir düzenleme yapılırken bunun din kurallarından yola çıkılarak yapılmamasıdır.Diyanet İşleri Başkanlığı’nın varlığı ve zorunlu din kültürü ve ahlak bilgisi eğitimi laikliğe aykırı mıdır?Diyanet İşleri Başkanlığı’nın devlet teşkilatı içinde varlığı, Türkiye ölçeğinde düşünüldüğünde ve de din hizmetlerinin cemaat yapılanmaları yerine devlet kontrolünde olmasının faydası ele alındığında, laikliği zayıflatıcı değil güçlendirici bir nitelik taşır. Zaten Anayasamız Diyanet İşleri Başkanlığı’nın laiklik ilkesi doğrultusunda, bütün siyasi görüş ve düşünüşlerin dışında kalarak ve milletçe dayanışma ve bütünleşmeyi amaç edinecek şekilde görevlerini yerine getireceğini açıklamıştır.Zorunlu din kültürü ve ahlak bilgisi dersi, tüm belli başlı dinlerden, inançlardan tarafsız bir dille bahsetme ve tanıtıcı bilgiler verme amacını taşıdığı sürece laiklik ilkesi açısından bir aykırılık teşkil etmez.Laiklik ilkesi Anayasamızın 2. maddesinde Cumhuriyetin nitelikleri arasında sayılmış ve 4. maddesi ile de diğer Cumhuriyet nitelikleriyle birlikte güvence altına alınmıştır. Ayrıca Anayasanın başlangıç metni ile birçok maddesinde laiklik ilkesini destekleyen, ihlalini de engelleyen hükümler yer almaktadır. Laiklik ilkesinin önünü açtığı Türk inkılâp yasaları da Anayasanın 174. maddesi ile korumaya alınmıştır.Laiklik geriliğe, karanlığa karşı ileriyi ve aydınlığı savunur. Laiklik devrimlerin öncüsü ve bekçisidir. Laiklik kişinin din, vicdan ve ibadet özgürlüklerini korkusuzca ve devlet güvencesi altında yaşamasının teminatıdır. Laiklik kişilerin bu haklarını simsarların elinde sömürülmekten kurtarmıştır. Umut ÜZMEZ
Kaynakça:
1-Anayasa Hukuku; Prof. Dr. Ergun ÖZBUDUN, Anadolu Üni. Yay.
2-Atatürk ve Atatürkçülük; Prof. Dr. İsmet GİRİTLİ, Prof. Dr. Hülya BAYKAL, Dr. Murat BAYKAL, DER Yay.
3-TC İnkılâp Tarihi ve Atatürkçülük; Prof Dr. Ahmet MUMCU, Mükerrem K. SU, MEB Yay.
4-Atatürk İlkeleri ve İnkılâp Tarihi; Prof. Dr. Ahmet MUMCU, Anadolu Üni. Yay.
5-Milli Güvenlik Bilgisi, MEB Yay.
6-TC Anayasası
7-Nutuk; Mustafa Kemal ATATÜRK
8-www.akintarih.com9-www.ataturk.net