20 Nisan 2008 Pazar

Yarın 23 Nisan

Yarın, 23 Nisan...
Babası öldü.Yetim büyüdü. Üvey evlat oldu. Tutuklandı. Hapse atıldı. Sürüldü. İşsiz kaldı. (Şöyle yazıyordu o sıkıntılı günlerde kaleme aldığı günlüğüne: Harcamalarım fazla değil, zira gelirim hep az.) Hastalandı... Böbreklerinden. Vuruldu... Göğsünden. Mesleğinden atıldı. İdama çarptırıldı. Kardeşleri öldü. Çocuğu olmadı. Boşandı. Karaciğeri iflas etti.
Evet... Mustafa Kemal bu.
Yarın, 23 Nisan. "Neşe doluyor insan" klişeleriyle falan olmuyor bu iş.
Evladı olmayan bir yetimin, duygularını anlatın... Anlatın ki, o yetimin, evlatlarımıza bıraktığı hediyenin kıymetini anlasın evlatlarımız.
Bu bayram, onlara anlatıldığı gibi, folklorik bir müsamere coşkusundan ibaret değil çünkü... Anlatın ki, kökeninde barınan derin hüznü kavrasınlar.
İşte liste yukarıda. Kısacık ömründe bir insanın başına ne felaket gelebilirse, gelmiş... Bunu anlatın.Direnen... Teslim olmayan ruhu anlatın.
Korkmasınlar engellerden. Korkmasınlar yalnız kalmaktan. Korkmasınlar işsizlikten. Korkmasınlar parasızlıktan. Korkmasınlar alçaklardan. Korkmasınlar doğrulardan.
Yürek dediğin... Sadece organ değil arkadaş. Bunu anlatın.

Yılmaz Özdil
SADECE ÇOCUK BAYRAMI DEĞİL ULUSUMUZUN EGEMENLİK BAYRAMI
Bugün 23 Nisan, yani Türk milli devriminin yıldönümü. İşbirlikçi İstanbul hükümetine karşı Ankara'da Millet Meclisi'mizin kuruluşunun yıldönümü. 23 Nisan'ın sloganı ise "Egemenlik Kayıtsız Şartsız milletindir."
Bugün milletimizin dört milli bayramından birini kutluyoruz. Mustafa Kemal Atatürk'ün önderliğinde Ankara'da 23 Nisan 1920'de kurulan Türkiye Büyük Millet Meclisi 86 yıl önce bugün okul sıralarından sandalyeler ve Ankaralı marangozların imal ettiği bir kürsüyle çalışmalarına başladı. İlk meclisimiz Kurtuluş Savaşı'na, Büyük Taarruz'a, yeni alfabeye, saltanat ve hilafetin kaldırılmasına ve daha pek çok devrime karar verdi. İlk meclisimiz medeniyetin merkezinde bir ülke olduğumuzu da gösterdi ve kadınlara seçme ve seçilme hakkı veren ilk ülke olma özelliğini milletimize verdi.
Ve elbette "egemenlik." İstanbul'da işgalcilerle işbirliği yapan Vahdettin, Damat Ferit ve yandaşlarının saltanatına karşı Millet Meclisimiz "Egemenlik Kayıtsız Şartsız Milletindir" dedi. İşte 23 Nisan, işte ulusumuzun egemenlik bayramının anlamı bu. Bayram daha sonra Atatürk tarafından çocuklara armağan edildi. Elbette 23 Nisan çocuk bayramı olarak da kutlanacak, sonuçta Ata'mız öyle emretti ama aslını unutmadan Ulusal Egemenlik Bayramı olduğunu unutmadan.


Çocuklara armağan edilen bayram:
"Küçük hanımlar, küçük beyler! Sizler hepiniz geleceğin bir gülü, yıldızı, bir mutluluk parıltısısınız! Memleketi asıl aydınlığa boğacak sizsiniz. Kendinizin ne kadar mühim, kıymetli olduğunuzu düşünerek ona göre çalışınız. Sizlerdençok şeyler bekliyoruz."
Mustafa Kemal ATATÜRK

Gazi Paşa milli temellerle kurulan devletimizin halk egemenliğine dayanmasını istiyordu be çerçevede 23 Nisan 1920 tarihinde Ankara'da yeni devletin temeli olan TBMM'yi açtırdı.Bu günü o meclisi ileride yönetecek olan çocuklara armağan etti.Unutulmamalıdır ki bugünün çocukları yarının büyükleridir.



Kaynak:1.Ulusal KANAL resmi internet sitesi
2.Milli Eğitim Bakanlığı resmi internet sitesi

19 Nisan 2008 Cumartesi

Köy ensitütülerinin programı

Burada, Köy Enstitülerinin 1946'ya kadar, yani özgün deneyimin sürdüğü dönemde yürürlükte bulunan ve "sadece öğretmen yetiştiren" programına değinilecektir.
Önce de değinildiği gibi, Köy Enstitüleri 1937 yılında "Köy Öğretmen Okulu" olarak kuruldu. 1940'a kadar, 1926-34 arasında yürürlükte kalan Köy Muallimi Mektebi Müfredat Programı (1927), İlköğretmen Okulları Programı ile ortaokul, lise ve orta meslek okulları programlarından yararlanıldı (Yücel, 1938, s.235). Bu konuda enstitü müdürlüklerine geniş yetkiler tanındığı da anlaşılmaktadır. İlk program, Köy Enstitüleri Öğretim Programı adıyla 1943 yılında yürürlüğe girdiğine göre, enstitü müdürlüklerinin 6 yıl boyunca programlarını geliştirmede önemli bir yetkiye sahip oldukları anlaşılır. Özellikle iş ve tarım etkinlikleri, yöresel koşullar ve olanaklar dikkate alınarak enstitülerce programlaştırılmıştır. İlk kurulan (1937) Kızılçullu ve Çifteler Köy Enstitülerinde geliştirilen programlar, diğerlerine örnek oluşturacak ancak, her enstitü kendi özgül koşullarına göre program geliştirmede önemli yetkilere sahip olacaklardı. Kızılçullu Köy Enstitüsü müdürü Emin Soysal'ın, yönetsel ilkelerden sapması ve Bakanlıktan kopuk davranması, Kızılçullu'nun örnek olma şansını azaltmıştır. Örnek, daha çok Çifteler Köy Enstitüsü'dür. Diğer Enstitü müdürlerinin çoğu da bu olumlu öğretmenlerin arasından seçilip atanmıştır. Asıl olan enstitülerin kendi yarattıkları deneyimlerdir.
1943 tarihli Köy Enstitüleri Öğretim Programı, önemli ölçüde ayrı ayrı derslerin programlarından oluşmuş, ilkokul programlarında olduğu gibi Köy Enstitüsü Programı'nın baş tarafında genel "amaç ve ilkeler" yer almıştır. 1940'ta, yasanın çıkışından sonra gönderilen bir genelge ileTonguç'un mektupları ve işbaşında yaptığı rehberlik, programın oturacağı temel anlayışı ve ana çerçeveyi çizmiştir. Bakan Hasan Âli Yücel'in imzasıyla gönderilen ilk genelgede şu noktalar yer almaktadır:
Enstitüdeki etkinliklere öğrenci seyirci kalmayıp bizzat katılacak ve bunları öğretmenleriyle birlikte yapacaktır.
Genelgeye göre, "Köy Enstitüleri talebesine halkla doğrudan doğruya münasebete girişmeyi temin edici işler yaptırılacaktır. Her türlü iş sahibi halkla kolay (ve) normal bir şekilde konuşmaları, halk ruhuna âşina olmaları, halkın mühim ihtiyaçlarını giderici pratik tedbirleri bilmeleri, imkân altına alınacaktır."
Öğrenciye titiz bir temizlik alışkanlığı kazandırılacaktır. "Onların korkak, mütereddit, kararsız, iradesiz olmamaları" için çaba gösterilecektir.
"Çocukların müesseseye girdikleri zaman iyi hareketlerinin bozulmaması ve bunların inkişaf ettirilmesine çok itina edilecektir..."
"Enstitülerde planlı, süratli iş görmek ve işi başarmak talebe ve öğretmenler için esas prensiplerden... olacaktır."
Öğrencilere bisiklet, motosiklet, su motörü, otomobil gibi araçların kullanılmasının öğretilmesi;
Çevre özelliklerine göre; ata binme, dağcılık, sandal ve yelken kullanmanın öğretilmesi;
Çevredeki akarsu ve deniz canlılarının incelenmesi ve bunların nasıl değerlendirileceğinin öğretilmesi;
Enstitü ve çevre arazisinin işlenmesi, bayındırlaştırılması, ağaçlandırılıp çiçeklendirilmesi;
Hayvan yetiştirme ve hayvanların korunup ıslah edilmesinin öğretilmesi;
Mandolin, el ve ağız armoniği kullanma ve halk müziği parçalarını ustalıkla söyleme becerisinin kazandırılması, modern müzik parçalarını dinletme;
Köy ve çevre incelemeleri yapma ve bunu öğrencilere öğretme;
Meslekî kitap ve dergileri izleme ve onlara abone olma;
Müze kurma ve bunlardan yararlanma;
Yerel ve ulusal motiflere göre stilize edilmiş giysiler dikme ve eskiden yapılmış olanların müzede sergilenmesi;
Öğrencilere ve çevreye yönelik eğlenceler düzenleme; gibi etkinliklere yer verilecektir.
Öğretmen ve öğrenciler, Anayasada yazılı "cumhuriyetçilik, halkçılık, devletçilik, laiklik ve inkılapçılık prensiplerini, Türk Milletinin yükselmesi için ana prensipler bilerek çalışacaklar, bu prensipleri hiçbir engel tanımadan hayata tatbik edebilen insanlar olacaklardır" (Tebliğler Dergisi, Sayı 77, 1940).
Ayrıca bu genelge enstitülerde "çocuğu merkeze alan" bir eğitim anlayışı ile "yurtseverlik"i bir arada görmektedir. Gerçek bir kişilik ise, çocuğun etkin olduğu bir yöntemle geliştirilebilecektir. Önce belirtildiği gibi Genelge bir ilkeler çerçevesi sunmakta, içeriğin doldurulması enstitülere bırakılmaktadır.
Köy Enstitüleri Öğretim Programı: 1943 - 1946
Köy Enstitüleri Öğretim Programı'nın başında yer alması gereken amaçlar, ilkeler ve açıklamalar bölümü, program yürürlüğe girdikten yaklaşık 6 ay sonra yayımlanan bir resmî belge ile de dile getirilmiştir. Bu belge, 19.6.1942 tarih ve 4274 sayılı Köy Okulları ve Enstitüleri Teşkilat Kanunu'nu açıklayıp yorumlayan İzahnamedir. Daha önce bazı alıntılar yaptığımız bu İzahname (Yönerge), yasaya, programa ve bütünüyle Köy Enstitüsü sistemine gerçek anlamını vermektedir. Tonguç, büyük olasılıklaçoğunluğu Köy Enstitüsü Sistemini içlerine sindiremeyen Talim ve Terbiye Kurulu'ndan böyle bir onay görmeyeceğini bildiği için, İzahnameyi kendisi ekibiyle hazırlamıştır. İyi de etmiştir. 30 Kasım 1943 tarihinde Tonguç'un parafı, Bakan Yücel'in imzasıyla yayımlanan bu belge, Köy Enstitülerinin tarihi açısından da büyük önem taşımaktadır (Köy Okulları ve Enstitüleri Teşkilat Kanunu ve İzahnamesi, 1943).
1943 tarihli Köy Enstitüleri Öğretim Programı'nda 5 yıl süre içerisinde okutulan derslerin çeşidi 29'dur. Bunların 17'si genel kültür ve meslek dersleri, 7'si tarım dersleri, 5'i de teknik (iş) derslerdir. Genel kültür ve meslek derslerinin haftalık toplam saati 22, tarım derslerinin 11, iş derslerinin de 11'dir. Yani zamanın yüzde 50'si "genel kültür ve meslek dersleri", yüzde 25'i "tarım", yüzde 25'i de "teknik" derslere ayrılmıştır. İlköğretmen okullarının haftalık ders saati toplamı 29 - 30 iken , Köy Enstitülerinin 44'tür. Bazı ara etkinlikler buna dahil değildir. Üstelik kuruluş süreci yaşayan Köy Enstitülerinin son derece yorucu bir çalışma temposu bulunmaktadır. Enstitüyü bitiren öğretmen adayının, birisi Tarım, öteki Teknik alanda olmak üzere iki "Ek Branş" ı olacaktır. Köy öğretmeni "diğer meslek erbabı" yetişinceye kadar, onların da görevlerini üstlenmektedir. Ancak, tarım ve teknik eğitimin amacı, sadece bu meslekleri icra ettirmek değil, bunun yanında köy okullarında iş eğitimini de yürütmektir.
1943 tarihli Köy Enstitüleri Öğretim Programı, ders dağıtım çizelgeleri ile başlamakta ve ders programları (içerikleri) ile sürmektedir. Ders programları "amaçlar" ve "konular"la kimi dersler için "metot" ya da "açıklamalar"dan oluşmaktadır. Bu açıklamaların, öteki ortaöğretim programlarından oldukça yeni bir bakış açısıyla yapıldığı görülür. Örneğin, 1938 tarihli, İlköğretmen Okulları Programı'nda yer alan Edebiyat; Köy Enstitüleri Öğretim Programı'nda "Türkçe" ; Pedagoji, Psikoloji, Terbiye Tarihi, Umumi Tedris Usulü, Hususi Tedris Usulü, Ders Tatbikatı, Sosyoloji dersleri, "Öğretmenlik Bilgisi" genel başlığı altında toplanmış ve bu dersler; Toplumbilim, Çocuk ve İş Ruhbilimi, Öğretim Metodu, Eğitim ve İş Eğitimi Tarihi adı altında düzenlenmiştir. Bu meslek derslerinin tümünün, "İş Eğitimi" anlayışı ile düzenlendiği görülmektedir (İlk Öğretmen Okulları Programı, 1938, S.9-34; Köy Enstitüleri Öğretim Programı, 1943, S.132-144).
Köy Enstitülerine, programın geliştirilmesinde olduğu gibi, uygulanmasında da geniş esneklikler tanınmıştır. Ders ve etkinlikler, çalışma koşulları, öğrencilerin yetkinlikleri, öğretmen ve usta öğreticilerin yeterliliği, iklim koşulları, olağanüstü durumların çıkması ve mevsimin gerektirdiği ekim-dikim işleri gibi nedenlerle yoğunlaştırılarak da uygulanabilecektir. Örneğin, kış gelemeden yatakhane, yol, köprü gibi yerler yapılacaktır. Öncelik yaşam hakkının korunması, can ve malın kurtarılmasındadır. Buna karşılık, kışın kurumsal kurumsal derslere daha çok zaman ayrılabilir. Ekin biçme zamanı kurumsal dersler ertelenebilir. Tüm bu nedenler, kimi derslerin yapılmamasını ya da eksik yapılmasını haklı kılmaz. Öğrencilere, yılda birbuçuk ay nöbetleşe "tatil" verilecektir (Köy Enstitüleri Öğretim Programı, 1943, S.1-9).
Kaynak :1. Dr. Niyazi Altunya, Köy Enstitüsü Sisteminin Düşünsel Temelleri, 2. Kuruluşunun 36. Yılında Köy Enstitüleri Özel Sayısı, Yeni Toplum, TÖB-DER Aylık Eğitim Bilim ve Sanat Dergisi, 1976

Köy ensitütülerinin tarihi

Köy Enstitüsü Hareketi ile ilgili gelişmeleri izleyebilmek için, önemli tarihleri satırbaşlarıyla anımsamak pratik yararlar sağlayabilir. Bunlar daha çok önemli düzenleme tarihleridir. Şöyle:
1935 yılında toplanan CHP Büyük Kurultayı, köye ağırlık verme politikasını benimsedi. Atatürk bu politikayı eğitim alanında yürütmek üzere, eski kurmayı Saffet Arıkan'ı Milli Eğitim Bakanı olarak görevlendirdi.
1935 yılında, İsmail Hakkı Tonguç, Bakan Arıkan tarafından MEB İlköğertim Genel Müdürlüğü'ne atandı. (Önce vekâleten, sonra asaleten)
(Saffet Arıkan, Atatürk'ün isteği ve geçerli bir köy eğitimi kurma direktifi ile Milli Eğitim Bakanlığı'na getirilmiş, çavuşlardan yararlanma ve "Eğitmen" sözcüğü de kendisi tarafından önerilmiştir. Yeni bakan, ilk iş olarak bu konuda yetkili ve güvenilir bir eğitken aramış, yakınlarınca önerilen bu işin gerçek adamını, İsmail Hakkı Tonguç'u bulmuştur.)
1936-37 öğretim yılında, Eskişehir Çifteler Devlet Çiftliğinde ilk Eğitmen Kursu açıldı. Bu kurs 6 ay kadar sürdü. (Kültür Bakanlığı Dergisi, Sayı 20-1, 1937)
Haziran 1937'de 3238 sayılı Köy Öğretmenleri Kanunu çıkarıldı; Eğitmen Kurslarının sayısı çoğaltıldı. 6 - 8 ay süreli bu kurslar, değişik illerde 1948 yılına kadar yinelendi.
1937-38 öğretim yılında Eskişehir / Çifteler ve İzmir / Kızılçullu'da iki Köy Öğretmen Okulu açıldı. Bunlara 1938-39 öğretim yılında Kırklareli / Kepirtepe, 1939-40 öğretim yılında da Kastamonu / Gölköy Köy Öğretmen Okulları eklendi.
7 Temmuz 1939 günü 3704 sayılı yasa çıkarılarak, Eğitmen Kursları ile yeni kurulacak Köy Öğretmen Okulları (Köy Enstitüleri) için arazi sağlandı ve bu kurumlara döner sermaye verildi.
17 Nisan 1940 günü 3803 sayılı Köy Enstitüleri Kanunu kabul edildi (17 Nisan günü, "Köy Enstitüleri Bayramı" olarak kutlanmaya başlandı). Köy Öğretmen Okulları, Köy Enstitülerine dönüştürüldü ve 1940-41 öğretim yılında 10 yeni Enstitü daha açıldı. Bu sayı 1945-46 öğretim yılına kadar 20'ye çıkarıldı; 1948-49 öğretim yılında bir tane daha açıldı.
19 Haziran 1942 gün ve 4274 sayılı Köy Okulları ve Enstitüleri Teşkilat Kanunu çıkarılarak, İlköğretim ve Köy Eğitimi Sistemi bütün ayrıntılarıyla düzenlendi. Bu yasa için, İlköğretim Genel Müdürlüğünce (Kuşkusuz Tonguç'un öncülüğünde) hazırlanıp 30.11.1943 günü ilgililere duyurulan Köy Okulları ve Enstitüleri Teşkilat Kanunu İzahnamesi ile Köy Enstitüsü sisteminin amacı, felsefesi, örgütlenişi, görevlerinin nitelikleri ve sorumlulukları ayrıntılarıyla belirlendi.
1942 yılında Ankara / Hasanoğlan Köy Enstitüsü'nde, Köy Enstitülerine öğretmen, yönetici, denetmen; ülkeye köy araştırmacısı yetiştirmek üzere, Köy Enstitülerinin en yetkin öğrencilerini alıp yetiştiren üç yıl süreli Yüksek Köy Enstitüsü açıldı.
Köy Enstitüleri Eğitim Programı 6 yıllık bir denemeden sonra, 1943 yılında yürürlüğe konuldu.
1945 yılında Bakanlar Kurulu kararı ile 1954 yılına kadar sürecek bir plan yapılarak, 10 yıllık bir İlköğretim Seferberliği ilan edildi.
1946 yılında yapılan genel seçim sonucunda CHP'nin tutucu kanadı iktidara ağırlığını koydu; Hasan Âli Yücel bakanlık görevinden ayrıldı, Tonguç ve ekibi de görevden uzaklaştırıldı.
1947 yılında Köy Enstitüsü Öğretim Programı ve Yönetmeliği değiştirilerek, öğrencilerin yönetime katılması, iş eğitimi gibi temel ilkeler ve etkinlikler kaldırıldı; mezunlara arazi ve teçhizat verme uygulaması sona erdirildi.
1947 yılı sonlarında Yüksek Köy Enstitüsü kapatılarak öğrencileri başka okullara nakledildi. Yüksek Köy Enstitüsü mezunlarından bazıları "solcu" oldukları gerekçesiyle, yedek subay okulunda, "çavuş" çıkarıldı.
1948 yılında Eğitmen Kurslarına son verildi ve birçok eğitmen de görevden uzaklaştırıldı.
1950'den sonra Köy Enstitülerinin kız öğrencileri ayrılarak, Kızılçullu ve Beşikdüzü Köy Enstitülerinde toplandı. Sonra Kızılçullu kapatılıp öğrencileri Bolu Kız Öğretmen Okuluna aktarıldı. Aynı yıllarda 4 enstitüdeki Sağlık Kolu kapatıldı.
1951 yılında Köy Enstitülerinin öğretim süresi 5 yıldan 6 yıla çıkarıldı.
1953 yılında Köy Enstitüleri Programı ile İlköğretmen Okullarının programları birleştirildi.
1954 tarih ve 6234 sayılı yasa ile Köy Enstitüleri, İlköğretmen Okulu'na dönüştürüldü.

16 Nisan 2008 Çarşamba

Türban ve Atatürk

TÜRBAN VE ATATÜRK
... Kimi yerlede kadınlar görüyorum ki, başına bir bez, ya da bir peştemal ya da benzer bir şeyler atarak yüzünü, gözünü gizler ve yanından geçen erkeklere karşı ya arkasını çevirir, ya da yere oturarak yumulur. Bu durumun anlamı, gösterdiği nedir? Efendiler uygar bir ulus anası, ulus kızı bu şaşırtıcı biçime, bu vahşi duruma girer mi? Bu durum ulusu çok gülünç gösteren bir görünüştür. Hemen düzeltilmesi gerekir."
Gazi Mustafa Kemal Atatürk

6 Nisan 2008 Pazar

Türkçeye Nasıl Fransız Kaldık?




Benin, Burkina Faso, Kamerun, Merkezi Afrika Cumhuriyeti, Çad, Kongo Cumhuriyeti, Kongo Demokratik Cumhuriyeti, Cibuti, Gabon, Guinea, Fildişi Sahili, Madagaskar, Mali, Moritanya, Nijerya, Ruanda, Senegal, Tago, Tunus ve Fas.
Sıraladığımız ülkelerin en belirgin ortak özelliği sorulmuş olsaydı, belki çoğumuzun aklına gelen ilk cevap “Bu ülkeler Afrika’da yer alıyor” olurdu. Evet doğru. Ama bir ortak özellikleri daha var ki, Afrika’da yer almak kadar belirgin ve ayırt edici: Frankofon ülkeler ailesine mensup olmaları.
Frankofon kelimesin aslı “La Francophonie.” Anlamı kısaca “Fransızca konuşan” demek. Uluslararası camiada “Frankofon Ülkeler” denilince, tıpkı yukarıdaki zikrettiğimiz ülkelerde olduğu gibi, 18 ülkede Fransızca resmî dil olarak kullanılıyor. Ayrıca 57 ülkede Fransızca ya ikinci dil, ya da yaygın olarak kullanılmakta.


Afrika’daki Fransızca konuşulan toplam yerleşim alanı ABD’den daha büyük. Bu ülkelerdeki toplam nüfus ise 254 milyon. Bu rakam ise çeyrek milyar insanın doğrudan veya dolaylı olarak Fransızcayı ortak iletişim aracı olarak kullandıkları anlamına geliyor. Kısaca bu kadar geniş bir alanın ve sayılmayacak kadar çok farklılıkların bulunduğu bir bölgenin ortak paydasını oluşturuyor Fransızca.
Kısaca “Frankofon” olma özelliği saydığımız bu ülkelerde yaşayan insanlar kendi öz dillerine “Fransız” kalmış durumdalar.

Peki ya biz?
Little Big, Big Star, Marko Delli, Conan Jeans, Lee, Weber Jeans ve Galila Restaurant, LC Waikiki, Rodi, Big Free, Tifanny, Cotton Shop, Benson Jeans, McDonald’s, Burger King, Pizza Hut, Domino’s Pizza, Carousel, Galleria, Capitol, Atrium, Carrefour, Groseri Market, Coiffeur Angle gibi telaffuzda bile zorlandığımız belki binlerce isim…
Rainbow Kasabı, Kadir Has Center, Dürüm Land, Cafe Beyzade, Galaxy Alışveriş Merkezi, Ev Shop, Yeşil Plaza, Vatan Computer gibi yarı Türkçe isimler…
CoonDra (Kundura), Mardini (Mardin), Velini (Veli), Efendy (Efendi), Eskidji (Eskici), Laila (Leyla), Kiosk (Köşk), Zift (Zift), Ramsey (Remzi) gibi Türkçeden bozma yabancı isimler…
Sakashi (Salih Kaya isminin ilk heceleri ile Japon malı havasını veren ‘shi’ eki), Yu-Ma-Tu (Yunus, Mahmut ve Tuncer isimli üç kardeşin isimlerinin ilk heceleri), BEMS (Baba, Emine, Mustafa ve Sabri isimlerinin ilk harfleri) gibi yabancı havası verilen isimler…
Sokaklarda, caddelerde gördüklerimiz, günlük konuşmalarımız, gazetemiz, dergimiz, yiyip–içtiğimiz pek çok şey yabancı. Ama bir gerçek var ki, biz artık o yabancı şeylere artık hiç de yabancı değiliz.

Yabancılaşma, artık hiç yadırganmaz durumda. Belki de kaçınılmaz veya sıradan görülüyor. Yabancılaşmanın veya gönüllü işgal altına girmenin temelinde yatan gerekçe veya gerekçeler hakkında epey madde sıralayabiliriz. Bizdeki yabancı hayranlığından, hayatın hemen her aşamasında yağmur misali karşımıza çıkmasına kadar yüzlerce sebep bulabiliriz.
Bu sebeplerin en önde gelenlerinden birisi, toplum olarak, bir şekildeki kullanımlarda çok istekli oluşumuz olsa gerek. Duyduğumuz yabancı bir kelimeyi kullanırken ilk birkaç denemede hafiften bir yabancılık çeksek de, çok geçmeden o kelimelerin Türkçe karşılıklarını unutuyoruz. Derken dildeki bu dönüşüm tabelalara da yansıyor. Tabelalar yabancılaştıkça, insanlarda daha fazla yabancı hayranlığı oluşuyor. Yabancı hayranlığı daha fazla yabancı kelime kullanmayı doğuruyor. Ve bir kısır döngü devam edip gidiyor. Şimdi bu kısır döngünün başladığı tarihlere doğru kısa bir seyahat yapalım.
İlânât

1838 yılında İngilizlerle yapılan Ticaret Sözleşmesi gereği, Osmanlı pazarlarına İngiliz malları hızla girmeye başladı. Kısa zamanda diğer Avrupa ülkeleriyle yapılan ticaret sözleşmeleri ile kumaşından işlenmiş derisine, mobilyasından züccaciyesine, hatta askerler ve devlet memurları için özel olarak üretilen kıyafetlere varıncaya kadar ürünler Osmanlı insanının önüne sunuldu. Adı geçen sözleşmeyle, Osmanlı toplumunu büyük bir pazar olarak gören Avrupalı tüccarlar, tıpkı Avrupa’da olduğu gibi Anadolu’da da bir tüketim toplumu oluşturmak için harekete geçmişlerdi. Bunun için Avrupa patentli ne varsa, gerekli-gereksiz demeden Osmanlı pazarlarına bu ürünleri taşımaya başladılar.

Avrupalı tüccarların kullandıkları en etkili yöntem o dönemlerde yayınlanan gazetelere reklâm vermek idi. O dönemin karşılığıyla “ilânât,” yani reklâmlar yoluyla kendi ürünlerini, üstelik kendi verdikleri isimlerle Osmanlı insanına çok geçmeden kabul ettirdiler. Piyano, çikolata, sigorta, mıknatıs, lokanta, vida, fanila, kablo, vapur, tiyatro, balkon gibi bize artık hiç yabancı gelmeyen kelimeler günlük hayatta sık sık kullanılmaya başladı. Hatta o günün insanlarınca bilinen “Medicamants Nouveoux” (Yeni İlâçlar) gibi ifadeler hiç çekinilmeden reklâmlarda kullanılıyordu.

Batılı tüccarların kendi ürünlerini tanıtmak ve markalarını zihinlerde yerleştirmek için o dönemde kullandıkları bir başka ilginç yöntem de mektupların kullanılmasıydı. Osmanlı topraklarındaki ticaretle uğraşan meslektaşlarına veya yakın dostlarına gönderdikleri mektupların üst kısımlarına, sattıkları ürünün ismi veya markasını da yapıştırıyorlardı.
Gazetelerden mektuplara kadar hemen her alanda Osmanlı sınırları içinde hızla yayılan yabancı ürünler ve markalar, yeni bir tabela kültürünü de ortaya çıkarmıştı. Vitrin camlarında, dükkânların tabelalarında gerek Arap harfleriyle, gerekse Latin harfleriyle yazılan isimler bambaşka bir dili günlük hayata yerleştirmeye başlamıştı. 19 Temmuz 1918 tarihini taşıyan ve İstanbul’da yayınlanan Yeni Mecmua isimli derginin, “Zavallı Türkçe” başlıklı başyazısında bu yeni dil şiddetle eleştiriliyordu. Yazı, belki o dönemin sadece Beyoğlu semtinde yaşananları aktarıyordu. Ama bugün ülkemizin kasabalarına, hatta köylerine varıncaya kadar gözlemlenen tabloyu aynen aktarıyor gibi. Bazı ifadeleri aktaralım:

“Bizim memlekette en az bilinen, sarfu nahvi her gün hırpalanan bir lisan varsa Türkçe’dir. Bunu mübalâğa mı zannediyorsunuz? O halde biraz etrafınıza göz gezdiriniz. Mağazaların yekpare iri camları üstündeki yazılı satırlara, duvarlara yapıştırılmış sarı, mor, pembe kâğıtlı ilânların kocaman harflerine… Beyoğlu’ndaki kibar moda mağazalarının ucuzluk ilânlarına bakınız.”
Reklâmlar yoluyla yeni teknolojiler ve yeni ürünlerle birlikte, Osmanlı toplumuna yeni anlayışlar, yeni alışkanlıklar, kısacası yeni yaşama biçimleri de gelmişti. Gelen bir şey daha vardı: Yeni bir dil.

Batılı tüccarlar ürünlerine olan güveni sağlayabilmek için, insanımızda o dönemlerde filizlenmeye başlayan Batı hayranlığını çok iyi kullandılar. Duvar kâğıtları, çatal-kaşık, dikiş makinesi, züccaciye, giyim-kuşam, yeni teknolojik ürünler reklâmlar aracılığıyla ballandıra ballandıra anlatılırken, bu ürünleri kullanmanın çok önemli bir saygınlık kaynağı olduğu vurgulanıyordu. Bir ürün tanıtılırken hangi ülkede üretildiği de mutlaka söylenenler arasındaydı. İngiliz veya Alman malı olduğu, Fransa’dan veya Amerika’dan getirildiği belirtilmeden geçilmiyordu. Artık insanlar aldıkları bir ürünü yakınlarına büyük bir gurur içinde, “Frengistan malı,” “nev icad,” “yeni icad,” “Avrupa işi” ve “dünyaca ünlü” gibi ifadelerle anlatmaya başlamışlardı. Ve artık görülen her bir

yeni ürün “Vay be, adamlar ne güzel yapmışlar!” sözleriyle yâdedilir oldu.

Neler değişti?

Bir zamanlar yabancı isim ve markaları gazetelerde, duvar afişlerinde, dükkânların tabela ve vitrinlerinde gören insanımız, 1950 yılından itibaren radyonun yaygınlaşmasıyla daha fazla markayla tanışma fırsatı buldu. Tanıştığı her yabancı marka insanımızın Batı hayranlığını daha da arttırdı. Bu hayranlığa paralel olarak, lüzumlu–lüzumsuz ayırdetmeksizin daha fazla Batılı ürün piyasalara sürüldü. 1970’li yıllarda yavaş yavaş yaygınlaşan televizyon yayını yine aynı yönde hizmet etti. 24 Ocak 1980 tarihi, hem reklâmcılık açısından, hem de yabancı markaların daha da yaygınlaşması açısından çok önemli dönüm noktalarından birisi oldu. Bu tarihte alınan ekonomik kararlar çerçevesinde, ülke içinde yabancı yatırımların gerçekleşmesine yönelik önemli imkânlar sunuluyordu. Kısa zamanda pek çok yabancı firma Türkiye’de yatırım yaptı. İç piyasada daha fazla yer etmek isteyen bu firmalar basın yoluyla yoğun bir reklâm faaliyetine giriştiler. Bu yarış 1990’lı yıllarda hızla çoğalan özel televizyon kanallarıyla iyice kızıştı. Bu reklâm yarışına paralel olarak insanlardaki yabancı markalara olan hayranlığı, bu hayranlık da cadde ve sokaklardaki yabancı isimli dükkân, mağaza, market, kasap, saatçi, kırtasiyeci, ayakkabıcı ve daha pek çok satış yerini hızla arttırdı.
Türkçeye Fransız kaldık

Artık 2000’li yıllardayız. Yabancı marka hayranlığının ve kullanımının sonu ne zaman gelecek diye merak etme fırsatı dahi bulamadan, bu kez devreye internet girdi. Sokaklarda, caddelerde gördüklerimiz, günlük konuşmalarımız, gazetemiz, dergimiz, yiyip–içtiğimiz pek çok şey yabancı. Ama bir gerçek var ki, biz artık o yabancı şeylere hiç de yabancı değiliz.